Nedir şiddetle alıp veremediği Takashi’nin? Çünkü o gösterdiğinde şiddet acıtır. Filmlerinde ölümün daha az olduğunu görürsünüz. Ama kılıç dövüşünün yer aldığı bir filmde şiddet ve ölüm kaçınılmazdır.
Bir insana acı bu kadar yakışabilir mi? Bir insan kendini acıyla bu kadar iyi tanımlayabilir mi? Acı, insanın dostu, kahramanı, sevgilisi yahut yaveri olabilir mi? Takeshi Kitano’ya aşinaysanız bu sorulara yanıt üretmekte güçlük çekecek, lakin o denli de hızlı çare bulacaksınız: Takeshi’nin yüzünde acı bir ifade yok: Acının tarihi var! Acının tarifi var!
Kâh kılıç olmuş elinde, kâh tabanca. Ha âşık, ha değil. Hep acı!
Kimine göre çocukken geçirdiği bir felcin mirasıdır bu yüz ve bu acı. Kimine göre de, ağır bir motosiklet kazasının… Kendi ifadesine bakılırsa, ikinci tercih doğrudur. Lakin bu vakanın içine ‘intihar’ ve ‘içki’yi bulaştırmamakta da yarar vardır.
İfadesiz bir yüz değil onunki. Kuşkusuz, bir tür pierro. Lakin duyguları arasında derin uçurumlar olan. Derinliklerden korkmayan.
Halbuki, komedyenin acısı başka türlüdür. Tatlı-ekşi dedikleri sosları andırır. Bu öyle mi?
Acı onda, sürekli alan ihlali yapmakta belli ki. Ve uzandığı, ve tuttuğu, ve bulduğu her şeyi kendinin kılmakta.
Peki, talihsiz biri mi Takeshi?
Adının önündeki sıfatlara bakılırsa, değil: Şair, ressam, yazar, oyuncu, yönetmen, program yapımcısı. Ve 2005 Nisan’ından bu yana da Tokyo Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde doçent.
Bakıyoruz ki, ailenin dördüncü çocuğu olarak gelmiş dünyaya – ah Freud, fırlatılıp atılmalıydı halbuki, değil mi? Tutulmamak için hayatta kalma hastalığına. Boğulmamak için hayatın lüzumsuz bağışı karşısında ya da.
Sıradanlığın sıra dışı sayıldığı bir çocukluk: Berduş bir baba. Kumarbaz. Fevkalade bir sefalet. Almanya 40 Metre Kare’yi (Tevfik Başer) aratmayan bir odada muhtemelen. Uyuyan babayı rahatsız etmemek için gidilen sokak. Ve o sokağın kitap okuması için bahşettiği ışık.
Anne farklı: Çalışkan! Dişini tırnağına takanlardan. Çocuklarının eğitimi için. Ki Takeshi, böylelikle Meiji Üniversitesi’ne gider. Ve nedendir, bir süre sonra eğitimini yarıda bırakır.
Evinden kopuşu da bu yıllara denk düşer. Taksi şoförlüğü ve garsonluk yapar. Yolu Tokyo’nun varoşu kabul edilen Asakusa’ya kadar uzanır. Rivayettir ki, bu süreçte Yakuza da olmuştur. O hiyerarşik düzende hangi mertebeye kadar yükseldiği ise müphemdir.
Derken bir striptiz lokalinin kapısını çalar: France-za bot. Komedyen olmak istemektedir. Lakin arzular belirli bir sıraya konup, adaletli bir şekilde hakikate dönüştürülmemektedir birileri tarafından. Bundandır ki bekler sırasını. Ta ki ustası Fukami Senzaburo kendisiyle ilgilene değin. Birkaç küçük gösteri. Birkaç afra. Sonra: Kaneko Kiyoshi.
Talihin dönüm noktalarından biridir. Bir ikili doğmuştur. İşte kendisini Beat Takeshi yapan da bu birlikteliktir. Aptalı oynar. Ortaoyundaki denilo – bakmayın siz şimdilerde denyo dendiğine. Fena halde İbiş – değil. Zeki ile Metin’in ne Zeki’si, ne Metin’i. Kansai güldürüsünde bir Boke. Yani ahmak. Yani palyaço. Yani saf. Nietzsche misali: yalnızca Boke. Halbuki Tsukkomi öyle mi? O daima akıllı. Daima hazırcevap. Ne de meraklı tokatlamaya. Biraz Hacivat-Karagöz ikilisi gibi Boke-Tsukkomi ikilisi de.
Tutmaz mı böylesi bir sefalet yüceltmesi. Akıl yüceltmesi. Velhasıl yüceltme. Kısa zamanda ikilinin ünü varoş dışına taşar elbette. Kabul görür. Buyur edilir gönül evlerine. O günden bu güne kalan bir cümle: Eğer herkes kırmızıda geçerse, tehlike kalmaz. Ne zaman ki Kiyoshi, Takeshi’nin cümlelerini tahrik edici bulur, ikilinin geleceği de nihayete erer.
Her son bir başlangıçtır. Öyle de olur. Takeshi tek başına daha da büyüktür. Büyür.
1976’da konuk olarak katıldığı bir televizyon programında komedyen Mikiko’yla tanışır. 1979’da da evlenir. Kerameti peşi sıra gelir: Ore-tachi hyokinzoku, yani Biz Komik Bir Aileyiz adlı televizyon programı (1981).
Sonra radyo programı. Öyle ki, burada Takashi bir ağabeydir. Ailevi sorunlardan mastürbasyonun inceliklerine kadar her şey dahildir programa.
Çok geçmeden Nagisa Oshima tarafından keşfedilir. Bu keşif, Furyo–Merry Christmas, Mr. Lawrence’da yan rollerden birini kazandırır kendisine. Peş peşe dramatik roller üstlense de televizyon dizilerinde, 1991’e değin şans kapısı kapalı, hatta kilitli kalır.
Bu arada, 1986’da, Friday adlı bir magazinde bir fotoğraf yayımlanır. Genç, güzel bir kız fotoğrafı. Sevgilisi olduğu söylenir. Kimi tatsızlıklar hasıl olur. Tutuklanır. Kefaletle serbest bırakılır. Eskisi kadar teklif yağmaz. Elini eteğini çekmek zorunda kalır. Dahası: Bu skandal neredeyse ailesine mal olacaktır.
Talihsiz biri sayılır mı Takashi?
Kinji Fukasaku filmlerinden birinde başrol oynamasını ister. Takashi bu! Uymaz çekim saatlerine. Ortaklık bozulur. O da kendi filmini çeker: Sono otoko, kyobo ni tsuki – Yani Dikkat, Bu Adam Tehlikeli (bu film, Amerika’da Violent Cop adıyla vizyona girer). Hakikaten öyledir. Tehlikelidir.
1993’te Sonatine, Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard denilen bölümde gösterilir. Lakin pek iltifat görmez. Öyle ki, Olaf Möller, hayli aşağıladıktan sonra bu ‘medya starı’nı, ağzındaki baklayı çıkarır: Bugüne değin yaptıkları içinde ciddiye alınmayacak bir parça.
Haklıdır Möller. O bir medya starıdır Japonya’da. 1995’te yapılan bir anketle, Spa dergisi onu Japonya’nın en sevilen, beğenilen kişisi seçmiştir.
Ama haksızdır da Möller. Beğenilmek, çöküşü yahut yozluğu değildir Takeshi’nin.
Nitekim 1996’da Kid Returns ile Cannes’dadır yine. Hana-Bi, 1997’de Venedik’te Altın Aslan’ı alır. 1999’da bir kez daha Cannes’dadır: Kikujiro no natsu. Dikkat buyrunuz, Kikujiro aynı zamanda babasının da adıdır.
Brother (2000), Dolls (2002). Ve: Zatoichi (2003).
Dolls – bir imkâna tutunma şölenidir. Ağzı doludur – geveze değil. Doğanın şiiridir – ama pastoral değil. Kadraj, oyunculuk, kurgu… budur.
Ne ki, Zatoichi’dir Avrupalı’nın, Amerikalı’nın ilgisini çeken. Kör bir Samuray’ın serüvenidir. 1962-1989 arasında gösterilen meşhur bir dizidir aslında Zatoichi. Zatoichi’yi ete kemiğe büründüren ise Shintaro Katsu. Ve Takeshi, tahmin etmemiştir filmin Japonya dışında da ilgi göreceğini. Zira bir sipariş üzerine çekmiştir bu filmi. Sanatçı değil, kendi değişiyle zanaatkâr konumundadır. Bir iki bölüm izlemiştir diziden. Videodan tabii. Ağır bulmuştur. Dinamizm katmak ister.
Buradan hareketle sorulur kendisine: Zatoichi karakterine bazı önemli değişiklikler getirdiniz, mesela onu sarışın yaptınız. Bu bir parodi, karakterle ilgili gelenekleri yıkma girişimi miydi?
Yanıt: Geleneklere saygılıyımdır. Lakin onlara yeni şeyler ekleyebileceğimizi de düşünmekteyim. Geleneğin günümüze ayak uydurabilmesi için yenilenmesi gerekir. Benim Zatoichi portrem parodi olarak görülüyorsa, onu güncelleme girişimim yerinde demektir. Zatoichi’nin başında bir romandan ikincil bir karakter vardı. Onu bugün bizim bildiğimiz karaktere dönüştüren kişi Shintaro Katso’dur. Filmde elimi süremediğim birkaç özellik oldu elbette: masör, kör, kında gizlediği kılıç. Film Edo devrinde geçmeliydi. Bu şartların dışında filmi istediğim gibi yapmakta özgürdüm. Zatoichi’nin saçını, kılıç dövüşlerinde ayırt edilebilmesi için sarışın yaptım. Aynı nedenden ötürü kınını da kırmızı.
Takeshi zordur. Oynamayı sever. Üretmeyi. Sevilmeyi sever. Ve de sevmeyi. Lakin hepsinde dönüşüm esastır. Hepsinde acı.
Zatoichi’de aksiyon sahnelerinde dijital ejekt kullanır. CGI kullanır. Nedeni basit: Şiddet ve acının etkisini azaltmak. Niyeti video oyunlarını hatırlatan bir etki yaratmaktır. Benzer bir etkiyi, kendi deyişiyle, Zatoichi’yi hoplatıp zıplatarak, hareketlerini abartarak da yapabilirdi. Ne ki, filmi Hong Kong dövüş sanatlarına dönüştürmemek için denememiş.
Bunun örneğini Battle Royale’de açık seçik görebiliriz. Izo’da da…
Nedir şiddetle alıp veremediği Takashi’nin?
Yanıt: Ben gösterdiğimde, şiddet acıtır. İnsanların bunun yalnızca bir oyun olduğunu düşünmelerini istemiyorum, çünkü şiddet acıtır. Bana sık sık şiddetten hoşlanıp hoşlanmadığım sorulur. Filmlerimi Die Hard (Zor Ölüm) gibi bir şeyle karşılaştırırsanız, ölümün daha az olduğunu görürsünüz. Ama kılıç dövüşünün yer aldığı bir filmde şiddet ve ölüm kaçınılmazdır.
Sahi, Takashi talihsiz biri midir?