Anuşabur’u vermek için kapısını çaldığımda büyük bir nezaketle beni karşılamış, kabın içindekinin aşure olduğunu görünce şaşırmış, gözleri dolarak “Siz de mi pişiriyorsunuz aşure?” diye sormuştu.
“Bir daha bulamadım – rastlantıyla benim olan
ve kolayca terk edip
sonra da acılar içinde peşinden koştuklarımı.”
Konstantinos Kavafis
Bizim evde ona “Anuşabur” denirdi, tam tercümesi “tatlı çorba”.
Yeni yılın bereketli geçmesi için bir adak, bir dilek, bir simge gibiydi. Yılbaşı gecesinde sofralarımızda mutlaka bulunurdu, hem de en iyi yerinde; ortasında, bir doğum günü pastası gibi.
Nuh peygamberin ambarında son kalan hububatlar ve kuruyemişleri sembolize etmesi, hepsinin bir arada kullanılması ve şekerle lezzetlendirilmesi ona efsanevi bir önem veriyordu. Evet, aşureden bahsediyorum. Ermenilerin aşuresi biraz farklı ama içinde bakliyat yok, en önemli ortak yanı ise paylaşılması. Dondurma gibi, tek başınıza tadına varacağınız bir şey değil bizim Anuşaburumuz da…
2000li yılların başında, üniversite öğrencisi iken yılbaşı tatili için İstanbul’a geldiğim zamanlarda, evde pişen Anuşabur’u hevesle birkaç komşuya dağıtmaya çıkmıştım Moda’daki mahallemizde. İki apartman yanımızda yalnız yaşayan bir kadın komşumuz vardı, apartmanların arka tarafı aynı bahçeye baktığından sık sık arka balkonlarda göz göze gelirdik. İsmini, ne iş yaptığını bilmezdim ama selamlaşırdık.
Anuşabur’u vermek için kapısını çaldığımda büyük bir nezaketle beni karşılamış, kabın içindekinin aşure olduğunu görünce şaşırmış, gözleri dolarak “Siz de mi pişiriyorsunuz aşure?” diye sormuştu. Evet, cevabını verir vermez ise beni içeri davet etmişti, bugün gibi hatırlıyorum.
Eşi ile ayrıldığını, yalnız yaşadığını, kardeşlerinin yurt dışında olduğunu, diğer akrabalarını ise uzun süre önce kaybettiğini, durum böyle olunca da aşure pişirmediğini anlattı ve ekledi “Pişirmeyi de bilmiyorum zaten, annem çok lezzetli pişirirdi…”
Hüzün ikimizin, en çok onun boğazını sıktığından konuyu değiştirmiş, nerede, ne okuduğumu sormuş, ben de vakitlice kalkmak için izin istemiştim. Apartman kapısında beni yolcularken sesi titreyerek “Annenden aşure tarifi öğren, tadını bir ömür boyu arar bulamazsın sonra…” demişti.
Keyfim kaçmıştı desem, yaşanılanı tam karışılamayacak. İhtimal dahilinde bir acının gerçeği, hüznü hatta belki de pişmanlığı zamansız ve erken yakalamıştı beni. O zaman, olası ayrılıklar için önceden üzülmenin, ayrılık anına hazırlanmanın manasızlığını henüz idrak etmemiştim. Gelmemiş, belki de hiç gelmeyecek acı için hayıflanmanın zehrini “Onu da o zaman düşünürüz” cümlesi ile defedebileceğimi daha bilmiyordum. Dolayısı ile günlerce hakkı ile yaşadım bu ıstırabı. O hafta sık sık anneme sarıldım, sarılırken göz ucuyla babama baktım, kederim, tasam katlandı, ona da durduk yere sarılmaya başladım…
Evdekilere “komşu ile gamlı aşure” seansını anlatmamış, aşure tarifini de hiç sormamıştım. Bu hatıranın üzerinden yaklaşık 25 yıl geçti ve ben bu yıllar zarfında hiç Anuşabur pişirmedim, annemden Anuşabur tarifini hiç istemedim hatta Anuşabur pişirilirken mutfaktan kaçarken buldum kendimi birkaç sefer.
Annem annesinin değil, babaannemim yanı kayınvalidesinin tarifi ile yapar hala Anuşabur’u, gülsuyu eklemez anneannem gibi, minik kesilmiş mandalina kabukları ekler aroma için. Bunun dışında ne kadar buğdaya ne kadar şeker koyar, kaç saat pişirir, kıvamını tutturmak için neler yapar bilmiyorum.
Mutfağa bu kadar meraklı, aile tariflerini kızıma bırakmak için can atan biri olsam da “Annemden sonra Anuşabur’u yaşatma fikrini” ile o gün başlayan husumet bugün hala devam ediyor. Komşunun derin bir pişmanlıkla bana verdiği öğüdü tutamadım, tutmak istemedim. Hayat seçim sonuçta.
Anneme bu hikâyeyi hiç anlatmadığım halde son yıllarda “Şu tarifi bir kenara yaz kızım” cümleleri, buğdayı hars (gelin) yaparken (tencereyi ateşten alıp üzerine bey bir bez örtüp tüm gece dinlendirmeye böyle diyoruz) “Gel de seyret” demeleri sıklaştı. İçim sıkılıyor o anlarda, nefesim kesiliyor gibi oluyor. Annemin yaptığı aşureyi yemek istiyorum ben… Tersini düşünmek istemiyorum.
Bazı öğütler böyle tuhaf etkiler bırakıyor hayatta; korkutuyor, tedirgin ediyor, yoğun bir reddetme isteği uyandırıyor.
Aşure, farklı coğrafyalarda ve kültürlerde farklı isimlerle anılan ve buğdayı merkeze alsa da farklı bileşenlerle yapılan bir tatlı. Genellikle baklagiller, tahıllar, kuruyemişler, meyveler, şeker ve bazen süt gibi malzemeler kullanılarak hazırlanıyor.
İstanbul’dan başlayacak olursak, Türklerin aşure, Ermenilerin anuşabur, Rumların koliva ve Yahudilerin trigo koço dediği bu buğday tatlısının oldukça eski bir tarihi var. Sadece “bize” özel değil ama aşure, etki alanı çok geniş. Ortadoğu’da Ürdün, Suriye, Lübnan, Irak gibi ülkelerde aşure yapma geleneği var. İran’da da Muharrem ayı boyunca aşure günü kutlanılıyor ve aşure hazırlanıyor. Balkanlarda, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Makedonya gibi ülkelerin de kendine has aşureleri var. Hint Müslümanlarının sayesinde Hindistan’da bile aşure kazanı kaynıyor bu ay…
Babaannem, Rum komşuların yılbaşında bizimkilere Vasilopita getirdiklerini, bizim de onlara Anuşabur ile teşekkür ettiğimizi, farklı bereket sembollerinin sofradan sofraya taşınarak paylaşıldığını anlatırdı.
Türkiye hatta İstanbul kültürünü, çeşitliliğini kaybediyor, ezeli yok edici, tek-tipçi siyaset ebedi bir hal alıyor. Geriye dönmeye şansımız olan noktayı çoktan geçtik, çoğulculuk hiç olmadığı kadar uzak bize. Bazı tatlar en azından yazılarda muhafaza edilebilinsin diye bu çaba artık…