1950'lerden başlayarak CIA, Kültürel Özgürlük Kongresi adlı bir grubu gizlice finanse etti. Türkiye’de bile isteye dikte edilen yazar, ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı, yayıncı, gazeteci var mı?
İsrail göz göre göre Gazze’yi bombalayıp, çocuk ve kadın ayırt etmeksizin binlercesini öldürürken, küçük, küçücük bir haberde bir cümle ilişti gözüme, yüreğim burkuldu: Bir kültürü yok ediyorlar!
Evet; tastamam bu! İsrail hastane, kilise, okul gibi yapıları bombalarken, yalnız bina yıkıp binlerce insanı öldürmüyor, bir kültürü de yok ediyor. Hatta imha ediyor.
Tabii bunu doğrudan ve göz göre göre yapması ayrı vahim; bugüne değin buna işaret edilmemesi ayrı vahim…
İsrail bunu tercih etmiş, deyip geçiştirilecek bir şey değil hiç kuşkusuz. Dünya mirasına sahip çıkmasıyla övünen ve tercih ettiği kültür, mekân yahut objelere milyonlar gömen UNESCO’nun hiç topa girmemesi ise ayrı mesele…
Amerika’nın, dolayısıyla da CIA’nin de orada cirit atması can sıkıcı.
Bunlar gözle görülür, elle tutulur olunca, fark ve idrak ettiğimiz şeyler. Peki, ya gizliden gizliye, örtülü yapılan manipülasyonlara ne demeli? Kişileri, ülkeleri ve kültürleri yeniden düzenleme, paşa gönüllerine göre düzenleme iradelerine ne buyurmalı!
CIA – GAYRİRESMİ KÜLTÜR BAKANLIĞI
Görünen yüzü ile ardındaki hakikat o kadar ayrı ki… Dört kıtada, onlarca ülkede, 80 yılı aşkın bir süredir adeta gayriresmi kültür bakanlığı gibi çalışıyor CIA. Varlığı için tehdit gördüğü yahut sömürüye müsait ve ihtiyaç duyduğu şeyleri (adı her ne ise) bulunduran ülkelerin başkentlerde açtığı kültürel ofislerle sinema, medya ve akademi dünyasını beslemekten keyif alan bir kuruluş.
Siz bakmayın benim ‘keyif’ dediğime… Babasının hayrına yapmıyor bunu. Belli bir projeksiyon ve ideoloji doğrultusunda yapıyor. Sanatsal, edebi ve sosyal hayata dair her tür kuram, akım ve hareketi yönlendiriyor.
Ne komik değil mi? Askerî, siyasi ve ekonomik hegemonyasına alışığız, pek garipsemiyoruz. Ama CIA edebiyat kuramlarıyla uğraşıyor denilince irrite oluyoruz. Anlamsız geliyor.
Oysa o askeri, siyasi ve ekonomik hegemonyanın sürekliliği, yerleşikliği ve meşruluğu için akademik, felsefi ve kültürel iktidara da ihtiyaç var.
AKP’NİN ARİSTOKRAT OLUŞTURMA ÇABASI
Hatırlar mısınız; AKP ilk hükümetini kurduğunda son derece bilinçli bir şekilde kültür-sanat koltuğu Erkan Mumcu’ya teslim edilmiş, yanlıştan dönülüp Attila Koç’tan medet umulmuş, onunla da olmayacağı anlaşılınca Ertuğrul Günay’da karar kılınmıştı.
Şunu vurgulayalım: Ertuğrul Günay’da karar kılınmıştı.
Ertuğrul Günay, Alev Er’in kalıplaşmış ifadesiyle “bir uzun yürüyüş”ün öncülerindendi oysa. Öğrencilik yıllarında Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde çalışmıştı. Saint Petersburg Devlet Üniversitesi’nden “Onursal Bilim Doktoru”, Moskova Kültür ve Sanat Üniversitesi’nden ise “Onursal Profesör” unvanı vardı.
İki soru:
Ertuğrul Günay’ın geçmişini AKP bilmiyor muydu?
Ertuğrul Günay AKP’nin ne olduğunu bilmiyor muydu?
Çok komik ve ironik elbette bu sorular. Her iki tarafın da birbirlerini tanımamaları, bilmemeleri mümkün mü?
AKP, bir seçkin zümre yaratmak istiyor; oluşturduğu aristokrasi ile de kültür iklimini belirmeyi umuyordu.
KÜLTÜRÜMSÜ DEĞERLER ÖNCELİKLENDİ
Böylelikle, Marksist terminoloji ile söylersek, üstyapı sayesinde altyapıyı yeniden düzenlemek istiyordu.
Bilmeyenler için hemen söyleyelim: Ekonomik ilişkileri ve bunlar etrafında biçimlenen üretim ilişkilerini oluşturan maddi unsurlar grubuna “temel” ya da “altyapı” denir. Toplumun manevi, siyasi, fikri olaylarının ve kurumlarının oluşturduğu ikinci gruba ise “üstyapı”… İşte kültür ve sanat da bir üstyapı unsurudur.
AKP Ertuğrul Günay’da ısrarlı davrandı ve Ömer Çelik’e koltuğu devredene kadar dişini sıktı. Günay da AKP’ye dişini göstermemeye çalışarak köklü değişimleri hayata geçirmeye çalıştı. Ancak arzulanan bir zümre, bir aristokrasi oluşmadı.
O idrakten sonra da ipin ucu kaçtı. Tuhaf, tanımlanması zor bir burjuvazi oluştu. Burjuva olmayan bir burjuvazi…
Evrensel kültür değerleri değil, yerel ve kişisel kültürümsü değerler önceliklendi. Hatta dikte ve şırınga edildi.
CIA VE PARAVAN ÖRGÜTÜ
Dönelim CIA’nin maharetlerine… ABD, hem mahir hem de haydut devlet; emperyal amaçları doğrultusunda hayatın her alanına sızmayı marifet sayıyor. Devreye soktuğu ideolojik kontrol aygıtları (bkz. Althusser) ise akıllara durgunluk verecek mahiyette. Öyle ki bazen şaşkınlık, bazen hayıflanmayla “Buna da mı tenezzül etmişler?” demekten kendini alamıyor insan.
CIA nüfuz ettiği her şeyi ABD’nin küresel emperyal çıkarlarını savunmada en etkili silahlardan biri olarak kullandı. Hâlâ da kullanıyor. Nitekim bu amaç için CIA’nın paravan örgütü olduğu sonradan deşifre olan Kültürel Özgürlük Kongresi (CCF), 1950’de kurulur kurulmaz 35 ülkede ofis açıyor. CIA ajanlarının cirit attığı bu ofisler tarafından farklı dillerde onlarca prestijli edebiyat, sanat ve düşünce dergisi yayımlanıyor. Ayrıca bu ofisler yayın endüstrisinin en etkili kurumu olarak milyonlarca kitap basıyor, yüksek profilli uluslararası konferanslar ve sergiler düzenliyor. Performans ve konserler koordine ediyor. Kültür-sanat ödülleri dağıtıyor. İşte CIA’nin bu imkânlarla devşirdiği entelijansiya taburları, ABD adına kültürel savaşın en sıcak cephelerine sürülüyor.
DÜNYANIN EN İYİ YAZARLARI NASIL DEVŞİRİLDİ?
Bizde pek bilinmeyen Amerikalı şair ve eleştirmen Joel Whitney, CIA’nin 2014 yılında gizliliğini kaldırdığı bazı resmi arşivleri tarayarak ve Soğuk Savaş döneminden bu yana varlıklarını sürdüren bazı edebiyat ve sanat dergilerini inceleyerek bir kitap (Finks: How the CIA Tricked the World’s Best Writers) yazıyor. Kitap, CIA’nin kanlı, kirli ve karanlık küresel kültürel savaşlarını görünür ve anlaşılır kılıyor.
Whitney’in yazdığı (Muhbirler: CIA Dünyanın En İyi Yazarlarını Nasıl Devşirdi) adlı kitap 2017’de piyasaya çıktı.
Kitap yayınlandığında 44 yaşında Whitney… Ve bir cümlesi, çınlıyor hâlâ kulaklarımda: “Kültür ve siyaset kardeştir. Ayrı bir niş kategori değil”
Kitap bitince gözünüzde entelektüel, yazar ve şairleri kontrol etmenin kitleleri manipüle etmekten daha kolay olduğu düşüncesi canlanıyor ister istemez.
Ve Türkiye’nin NATO’ya girdikten sonraki edebiyat ve kültür dünyasında olup bitenleri eksiksiz anlamak adına yeniden okumak ihtiyacı hissediyor insan.
Kitaptan anlıyoruz ki CIA, Beyrut’tan Kampala’ya, Ankara’dan Yeni Delhi’ye, Tokyo’dan Brüksel’e, Brasilia’dan Berlin ve Paris’e kadar dört kıtadaki her başkentte istediği gibi at koşturmuş.
Hadi bazı deşifre olmuş yazarları analım: James Arthur Baldwin (1924-1987), Gabriel Garcia Márquez (1927– 2014), Richard Wright (1908-1960) ve Ernest Hemingway (1899 -1961)…
KÜLTÜR ADLI KATARIN LOKOMOTİF KADROSU
Yukarda bahsetmiştim; şimdi biraz açayım: Kendini vakfedenler kadar yarı resmi statü ile çalışanlar da var. Kültürel Özgürlük Kongresi’nin (CCF) yönetim kurulunda isimlere bakalım: Franz Borkenau, Karl Jaspers, John Dewey, Ignazio Silone, James Burnham, Hugh Trevor-Roper, Arthur Schlesinger, Bertrand Russell, Ernst Reuter, Raymond Aron, Alfred Ayer, Benedetto Croce, Arthur Koestler, Richard Löwenthal, Melvin J. Lasky, Tennessee Williams, Irving Brown ve Sidney Hook…
İşte size ABD’nin kültürel emperyalizminin ‘lokomotif kadrosu’!
CIA ve paravanı CCF’nin geniş faaliyet alanına işaret eden tarihçi Frances Stonor Saunders, “Savaş sonrası Avrupa’da isimleri bir şekilde CCF ile bağlantılı olmayan çok az yazar, şair, sanatçı, tarihçi, bilim adamı veya eleştirmen vardı” tespitinde bulunuyor ki, insanın tüyleri diken diken oluyor.
CIA’NİN PARLATTIĞI YAZARLAR
Söz hazır buraya kadar gelmişken CCF’in danışman kadrolarında CIA’nin ilk versiyonu olan OSS (Stratejik Servis Ofisi) ajanlarının da olduğunu söyleyelim.
CIA ve CCF’nin çıkardığı dergilerin amiral gemisi 1953’te Londra’da yayın hayatına başlayan Encounter… Derginin editörü işgalci neo-conların babalarından sayılan Irving Kristol. Dergide eserleri yayınlanan isimlerden bazıları şunlar: Isaiah Berlin, Mary McCarthy, Hugh Trevor-Roper, W.H. Auden, Daniel Bell, Arthur Schlesinger, Bertrand Russell, Stuart Hampshire ve John Kenneth Galbraith.
Şimdi biraz dikkat: Jorge Luis Borges’i Anglo-Sakson dünyasına tanıtan ilk dergi bu.
1948’de Almanya’da çıkmaya başlayan Der Monat‘ın kadrosunda ise daha çok Theodor Adorno, Arthur Koestler, Hannah Arendt, Heinrich Böll ve Thomas Mann’ın çalışmalarına yer veriliyor.
Hani Ahmet Kaya’nın söylediği bir Yusuf Hayaloğlu güftesi var ya… Hal, o hal: “Bu ne yaman çelişki anne” hali yani.
Öyle bir hal, çünkü Adorno Frankfurt Okulu’nun temel direği. Hannah Arendt ki, ‘kötülüğün sıradanlığı’nı yazmış bir düşünür. Thomas Mann Alman dilinin gökdeleni…
MODERN SANAT – CIA’NİN PSİŞİK OPERASYONU
Şunu unutmamak gerek: Amerika adının geçtiği her toprakta muhakkak emperyal kaygı bulunur ve bu doğrultuda imkânlar yaratılır, tepe tepe de kullanılır.
Eski CIA yetkilileri, 90’lı yıllarda bu konuyu temize çekiyor. Mesela Soğuk Savaş sırasında Amerikan kültürünü tanıtmak (!) amacıyla Jackson Pollock, Willem de Kooning ve diğerlerinin ‘soyut sanat’ eserlerini kullandığını (!) doğruluyor.
Amaç Amerika’yı entelektüel ve yaratıcı özgürlüğün kalesi olarak göstermek.
İkincil amaç: Sovyetlerin ABD’nin “kültürel açıdan kısır” olduğu yönündeki iddialarını çürütmek ve sanatçıların 1930’lardan bu yana Sovyet gerçekçiliğini resmetmekle sınırlı olduğu Sovyet imparatorluğunun kültürel sınırlamasıyla tezat oluşturmak.
Soyut dışavurumculuk, sanatsal ifadenin en özgür ve aşırı biçimi, Sovyet katılığının antitezi olarak görülüyordu. Modern sanat bu nedenle komünizme karşı kültürel savaşta bir silah haline geldi.
1950’lerden başlayarak CIA, Kültürel Özgürlük Kongresi adlı bir grubu gizlice finanse etti; bu grup aracılığıyla uluslararası sanat gösterilerine, edebiyat dergilerine para akıttı ve dünya çapında düzinelerce ofis işletti; bunların hepsinin açık hedefi Amerikan Soyut Ekspresyonizmini teşvik etmekti.
“Uzun Tasma” operasyonu olarak adlandırılan bu çabalar, hoşnutsuz Sovyetlere ve Avrupalı entelektüellere Amerikalı ressamların icat etmekte ve gücendirmekte özgür olduklarını göstermeyi amaçlıyordu; Eisenhower’ın bir zamanlar söylediği gibi “sanatçıların devletin kölesi ve aleti haline getirildiği” tiranlığın aksine.
Çelişkili bir şekilde, Pollock ve de Kooning’in eserleri Amerikan kamuoyunda geniş çapta popüler bile değildi ve daha önce, Dışişleri Bakanlığı’nın yeni Amerikan sanatını teşvik etmeye yönelik daha açık girişimleri geniş çapta alay konusu olmuştu. Hatta Başkan Truman bile DOS tarafından satın alınan bir sergiyi ziyaret ederken ‘Eğer bu sanatsa ben bir Hottentot’um’ demişti.
Bu nedenle ve böyle bir projeye Kongre aracılığıyla destek sağlanması imkânsız olacağından, Soyut Dışavurumculuğu gizlice ilerletmek için CIA’nin örtülü operasyonu gerekliydi.
Sizce bunun soyut sanatın meşru bir hareket olarak kurulmasında anlamlı bir etkisi oldu mu, yoksa yine de kendi değerlerine göre gelişir miydi?
Aslında bu soru çok basit.
Ama buradan belki şuna da ulaşabiliriz: Türkiye’de de bile isteye dikte edilen yazar, ressam, heykeltıraş, fotoğrafçı, yayıncı, gazeteci var mı? Mesela Avrupa’da neden hep kırsalı ve köylüleri anlatan filmlere ödül verilir; düşündünüz mü?