Meclis Başkanı Şentop ve arkadaşları Tanrı’nın yerine Devlet’i koyarak, ‘Sizin hakkınızda Devlet yok etme kararı aldı’ fermanıyla, Emevilerden bir adım daha ileri giderek hem zulme mazeret üretiyor hem de Devlet’i putlaştırıyorlar.
Hukukçu Millet Meclisi Başkan’ı Mustafa Şentop’un “Devlet, o cemaatin yok edilmesi kararını aldı” sözü bizi bir kez daha hayretler içinde bıraktı. Devlet bir kişi ya da grup hakkında yok etme kararı alabilir mi? Şayet devlet böyle bir karar alma yetkisine sahipse o zaman mahkemeler niçin var? Devlet ilk defa mı bir grup ya da bir kişiyle ilgili yok etme kararı aldı? Daha önceki yok etme kararlarıyla alakalı acaba Mustafa Şentop ne düşünüyor?
Devlet, adaletle meşruiyet kazanır. Sınırları belirsiz ve müphem ‘devletin bekası’, ‘milli çıkar’, ‘kamu yararı’, ‘kamu güvenliği’ gibi gerekçelerle adaletin bağlayıcılığı aşılır. Bireyin temel hakları bir kenara bırakılır. Halbuki gerek Hz. Peygamber gerekse Raşit halifeler döneminde devletin ya da kamunun yararı düşüncesiyle bireysel haklar iptal edilmemiştir. Nitekim Hz. Ömer, bir konuşmasında ‘’Memurlarımı sizi dövsünler ve mallarınızı alsınlar diye göndermedim. Eğer içlerinden birisi (adaletsizlik) yaparsa bana haber verin ona kısas uygulayayım’’ diyerek, kurumsallaşma sürecinin daha henüz başında devlet memurunun görev ve sorumluluklarını net çizgilerle belirlemişti.
Adalet, toplumu oluşturan fertler arasındaki sosyal kontratın korunması için belirlenmiş kuralları içerir. Güçlü olanlar keyfine göre hareket edemesin diye, fertler bir araya gelir ve güce karşı dayanışma ilkelerini belirler. İşte bu ilkelerin bütününe ve onların uygulanmasına adalet diyoruz. Adaletin en temel ilkesi ise mazlumlara sahip çıkmaktır. Nitekim Mekkeliler Cahiliye döneminde Abdullah b. Cud’an’ın evinde zulme uğrayan bir tüccarın hakkını almak için toplanmışlar ve Faziletliler Antlaşması (Hılfu’l-fudul) adıyla anılan anlaşmayı kabul etmişlerdi. Bir mazlumun adalet arayışı ilk sözlü hukuk kontratının ortaya çıkmasına vesile oldu.
Adalet ilkesi, Emevilere başkaldıran ilk özgürlükçü alimlerin de temel çıkış noktası olmuştur. Emeviler olup biten her şey, Allah’ın takdiri iledir, iddiası ile yaptıkları zulümleri kadere nispet etmeye başlayınca, bu iddiaya karşı çıkan alimler, adalet ilkesini hatırlatmışlardır. Gaylan ed-Dımeşki’yi işkence altında ölüme mahkûm eden Hişam b. Abdulmelik, ‘Allah’ın sana yaptıklarını gördün mü?’ diyerek fiili durumu Allah’a nispet ederek açıklamıştır. Buna karşı Gaylan, kişinin fiilinden sorumlu olduğunu belirtmiştir. Zira Allah kullarına zulm etmez. Bugün benzer galip küstahlığını Mustafa Şentop ve arkadaşları Tanrı’nın yerine Devlet’i koyarak dile getiriyorlar: ‘Sizin hakkınızda Devlet yok etme kararı aldı’ fermanıyla Emevilerden bir adım daha ileri giderek hem zulme mazeret üretiyor hem de Devlet’i putlaştırıyorlar.
İslam tarihindeki ilk entelektüel fırka olan Mu’tezile kendisini Ehl-i Tevhid ve’l-Adl (Tevhid ve Adalet Taraftarları) diye adlandırmıştı. Onlara göre kişi yaptığı kötülükleri Allah’a nispet etmemelidir. Adalet prensibi bunu gerektirir. Emevilere karşı muhalefet etme düşüncesiyle başlayan ilahi adaletin mahiyetini belirleme tartışmaları sonuçta mutlak özgürlük savunusuna dönüşmüştür. Mutezile’ye iman konusundaki farklı yaklaşımlarından daha ziyade adalet konusundaki çıkışları, toplumsal itibar ve tanınırlık sağlamıştır. Keza Said Nursi, Kur’an’ın dört temel ilkesinin tevhid, peygamberlik, ahiret inancı ve adalet olduğunu söyleyerek, hukuki ve ahlaki normların temel amacını adaletle açıklar. Yine yaşayan büyük filozoflardan Taha Abdurrahman İslam toplumunun adalet ve merhamet ilkeleri üzerine şekillenmesi gerektiğini vurgular.
Adalet ilkesi, Kur’an mesajının hem bireysel hem de toplumsal aksiyonlarını düzenleyen temel ilkedir. Kur’an’da devlete ilişkin mele’ (bürokratlar) krallar ve benzeri kavramlar çoğunlukla olumsuz anlamda geçerken adalet hem Allah Teala’nın sıfatlarından birisi hem de dini hükümlerin gerçekleştirmeyi hedeflediği temel gaye tasvir edilir. Bu sebeple İslam siyaset teorisi üzerine yazılan siyasetname ve benzeri kitaplarda kurgusal devlet kavramından ziyade adalet üzerinde durulmuş; yöneticiler ve yönetim açısından adaletin vaz olduğu geçilmez bir nitelik olduğu ısrarla vurgulanmıştır. Devlet başkanlığından başlayarak bütün kamu görevlilerinde en başta adalet sıfatı bulunması gerektiği belirtilmiştir.
İslam dünyasında modern zamanlarda siyaset teorisi üzerinde duran önemli düşünürlerden Abdurrahman el-Kevakibi, Ümmu’l-Kura adlı eserinde, yönetici ve danışmanlarda adalet niteliğinin bulunmasının gerekli olduğunu söyler. Zira insan zalimden, gasıptan, aldatıcı hainlerin korkusundan emin olmadan istibdattan kurtularak tam özgürlüğe erişemez. Ona göre İslam dünyasının en önemli problemi baskıcı ve totaliter rejimlerdir. Bundan dolayı özgürlük olmadan Müslümanların gerçek anlamda huzura ermesi mümkün değildir. Tam özgürlük için de adalet ilkesinin tam uygulanması gerekmektedir. Dolayısıyla adalet ve özgürlük ayrılmaz bir bütündür. Bugün İslamcılar hem adaleti hem de özgürlükleri istibdadın simgesi haline dönüştürdükleri Kutsal Devlet anlayışına kurban ederek, islami kaynaklara dayanarak, özgürlükçü hukuk devleti arayışını ciddi anlamda zedelediler .
Bireylerin toplumsal çıkarlarını korumak için devlet kavramı ortaya çıkmıştır. İnsanlar ihtiyacından fazla üretmeye başlayıp, elinde yönetilmesi gereken fazladan bir kaynak oluşunca, yönetici sınıf ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Yöneticilerin keyfi davranışlarını sınırlandırmak için de adalet ve hukuk düşüncesi gelişmiştir. Adalet olmadan devletin bekası mümkün olmadığı gibi devletin sağladığı imkanlar olmadan da adaleti tesis etmek ve adil bir toplum düzeni kurmak mümkün değildir.
İslam hukukçuları ilk dönemden itibaren devlet çıkarları ya da güvenliği için adaletten vazgeçmeyi asla doğru kabul etmemiştir. Ancak bugün geldiğimiz noktada Kutsal Devlet anlayışının arkasına sığınarak, her türlü adaletsizlik mazur gösterilmeye çalışılmaktadır. Bir grubu topluca yok etmek yani soykırım düşüncesi milleti temsil eden Meclis’in başkanı tarafından pervasızca dile getirilmektedir. Kendisi söylediği sözün vahametini idrak edecek hukuk bilgisine sahip olduğuna göre bu sözü söyleten etkenler üzerine düşünmemiz gerekmektedir.
Devleti ele geçirdiğini zannedenler tarih boyunca adaleti bir kenara bırakarak, gücü ve mutlak otoriteyi kutsallaştırmışlardır. Ancak adalet ve hukukun terk edilmesi devletin bekasını değil her zaman sonunu hazırlamıştır. Soykırım yaparak devleti kurtarmak mümkün olsaydı yakın tarihteki diktatörlüklerin hiçbiri yıkılmazdı. Açıkça ve küstah bir üslupla Devlet ile kendisini özdeşleştirenlerin akıbetine dair çok şey okuduk kitaplarda; herhalde bu kez tarihe bizzat şahitlik edeceğiz.