Evi o kadar ona ve kurallarına aitti ki, bunu sormaya cesaret edememiştim. Evine ilk gelen “birine” kahve yaptırmayacak bir kadındı o, belliydi.
Emma Hanım’la tanışmamız ikimiz için de gergin başlamıştı. Merhaba deyip el sıkışmış, karşılıklı koltuklara oturmuştuk. Kahvenizi nasıl içersiniz dediğinde, “Ben yapayım isterseniz?” bile diyememiştim, oysa ki adettendi, benim durumdaki biri müstakbel kayınvalidesine kahve yaptırmamalıydı.
Evi o kadar ona ve kurallarına aitti ki, bunu sormaya cesaret edememiştim. Evine ilk gelen “birine” kahve yaptırmayacak bir kadındı o, belliydi.
Son birkaç yıl, o benim, ben de onun hakkında çok şey duymuştuk. Kaderimizi birleştiren adam, bizi birbirimiz anlatmıştı uzun uzun. Bize, birbirimizden güven, övgü ve gizli bir hayranlıkla bahsetmiş olacak ki, farkında olmadan ikimiz de kendimizi “diğer kadın” olarak görmüş ve açıklanamayacak bir rahatsızlık duymuştuk, bunu ancak bir yıl sonra itiraf edebildik.
O gün uzun sohbetimizi sırasında bana hep çoğul ile hitap etti – siz, dedi 81 yaşındaki Emma Hanım. Ben bunun o güne has olduğunu düşündümse de bu hep böyle sürdü. Seneler sonra hasta yatağında onunla ilgilendiğimde bile bana “Kızım, sizi de çok yordum, işleriniz vardır çok teşekkür ederim” deyip, birkaç gün sonra gözlerini yumana kadar.
Sert ve disiplinliydi, sevdiklerine torpil geçmez, onlar ile ilişkisinde bile bu yönlerini yumuşatmazdı. Aksine sevdiklerini daha güçlü sarsar, yanlışlarını yüzlerine yumuşatmadan vururdu. Yeğenleri, torunları, oğulları, herkes ile böyleydi. Hem sevilen hem çekinilen bir kadındı Emma Hanım.
Bana karşı adına mesafe diyemeyeceğim değişik bir saygısı vardı, hatırımı sorduğunda bile söylediğim kadarı ile yetinir asla detay sormazdı, çok anlayışlıydı. Oğlu, bunu benim “Emma Hanım’ın kalemi olduğuma” bağlardı.
“Dik kafalı” kelimesini ne zaman kullansa, gözünün ucu ile bana bakar, çaktırmadan gülümserdi. Gözlerimi kısıp, ben de gülümserdim, haklısın demekti bu, bildiğini biliyorum demekti.
İlk tanıştığımız gün bana ilk basımı 1964 yapılan bir kitap hediye etti; “Ermeni Mutfağı”. Mutfağa meraklı olduğumu biliyordu, bunu bildiğini belli etmek, zevklerimle ilgilendiğini göstermek istemişti. Hem düşünceli hem zarifti.
Emma Hanım gerçek bir komünistti, partisine kalben bağlı olmuştu hep. Ermenistan’ın SSCB’den ayrılıp bağımsızlığa kavuşmasına herkes gibi sevinse de Sovyetlerin Ermenistan’a getirdiği değişimi ve gelişimi hep büyük bir tutku ile anlatırdı. Haklıydı. O çoğu zaman haklıydı zaten.
Kitabı bana uzatırken “Okumamışsınızdır, çok özel, az sayıda basılan bir kitap bu, oldukça eski, alanındaki ilk ama bence en başarılı olanı” diye takdim etmişti.
“İlgi ile okuyacağım” deyip teşekkür etmiştim. Oysa bu kitap benim de yıllar önce sahafta ilk gördüğüm andan itibaren çok beğendiğim, çok özel bulduğum bir eserdi. Ona bunu söyleyemedim. Bende özel bir yer yaratma, bende olmayanı bana verme arzusunu yıkmaya vicdanım elvermemişti.
Yine haklıydı Emma Hanım; zor bulunan bir kitap olduğunu, sahafın istediği ücretten ve uzun uzun artık ne kadar zor bulunduğunu anlatması ile idrak etmiştim.
Yerevan’ın önemli bir Tarih müzesinin müdürlüğünü yapmıştı yıllarca, çalıştığı dönem içerisinde Sovyetler’de pek de yadırganmayan rüşvet sistemine olan tepkisini müze çalışanlarına kabul ettirmişti. Rüşvet alanı barındırmamıştı etrafında, bunu kendisinden değil, kendisini tanıyanlardan duyacaktım yıllar boyunca.
Kitapla ilgili sohbetimizde, o yıllarda bazı malzemelerin zor bulunması sebebiyle yemek reçetelerini bazen değiştirmek zorunda kaldığından bahsetmişti. Oğlu gülümsemişti, ben de dayanamayıp mesela hangi malzemeler diye sormuştum.
“Tereyağı bulamadığımız zamanlar, ben Ayçiçek yağı kullanıyordum” demişti konuyu değiştirmek istercesine. Oğlunun tekrar gülmesi ile apartmanlarındaki okul müdürünü apartmandan “gönderme” hikayesi hatırlanmıştı.
Okul müdürü, öğrenciler için devletin okula verdiği tereyağının “bir kısmını” el altından apartman sakinlerine ve sakinler üzerinden dışarıya satıyordu. Emma Hanım bunu duyunca, “Çocukların hakkını sana yedirmem!” deyip adamın üzerine yürümüş, öyle bir rezil etmişti ki, müdür o olaydan sonra kimse ile yüz yüze gelmemek için sabahın köründe evinden çıkar, gece yarısı döner olmuştu.
Emma Hanım yine de adaletin tecelli etmediğini düşünmüş olacak ki, müdüre bir mektup yazıp – “Ya sen kendi rızanla buradan git, ya da ben seni göndermeyi” bilirim mealinde uyarılarda bulunmuştu.
Müstakbel eşim bunları gülerek anlatırken, Emma Hanım sessizliği hiç bozmamış, oğlunun “ya biz işte ondan tereyağı yerine sıvı yağ yiyorduk” cümlesi üzerine – “Helal yedin, haram değil!” diyerek her zamanki gibi konuya noktayı koymuştu.
Özeldi Emma Hanım, ailesindeki herkesten daha özel…
“Ermeni Mutfağı” kitabını çok okudum, çok istifade ettim ama onun verdiğinin üzerine hiçbir not almadım. Yemek pişirirken benim örneğimi, sadece okuyacağım zamanlar onunkini kullandım. Mirası kirlenmesin, yıpranmasın, son kez 18 aylıkken gördüğü torununa kalsın istedim.
Kitaptan çok onun kitabın arasında unuttuğu notlar önemliydi benim için. Bir domates konservesi sayfasının arasından bulduğum notu, ne zaman düşünsem ağlatıyor beni. Bir konserve maliyet hesabı bu. Emma hanım aldığı domateslerin kilosunun yanına, birim fiyatını yazmış. Kullandığı yağı, tuzu hatta pişirmek için harcadığı gazın yaklaşık maliyetini de eklemiş. Çıkan tüm maliyeti 20’ye bölüp, konserve başı maliyeti bulup piyasa fiyatı ile karşılaştırmış. Daha düşük maliyetin yanına “Yaklaşık 10 saat sürdü; hem daha ucuz hem daha sağlıklı oldu” notunu düşmüş.
Eşinin çok erken vefatının ardından mesleğine ara vermeden hem evini yönetmiş hem oğullarını elinden gelen en iyi şekilde yetiştirmiş.
Ben size mutlaka bilmenizi istediğim “Ermeni Mutfağı” kitabını anlatmak için oturmuştum yazmaya ama Emma Hanım ağır bastı, onu özledim sanırım… Kitap diğer yazıya kaldı.
Biz geç de olsa tanışmış, kısa da olsa çok sevmiştik birbirimizi… Keşke Emma’lar daha çok olsaydı hayatımızda…