İsyan pazarlanıyor; ürüne isyan, kişiye isyan, kurumlara isyan, sisteme isyan, geçmişe isyan… İşin tuhafı bu pazarlanan isyanın alıcısı yok. İşte sıkıntı burada.
Gösteri, “en nihayetinde uyuma arzusundan başka bir niyeti olmayan, eli kolu bağlanmış modern toplumun gördüğü rüyanın kâbusa dönüşmüş halidir” der Guy Debord.
Gösteri Toplumu’nun yazarı Debord, radikal bir Marksist ve 1968 Paris Ayaklanması’nın ardındaki fikir öncülerinden biri.
Basit bir tezi var: Fırlatılıp atıldığımız dünya gerçek değildir; tüketimi körükleyen kapitalizm her otantik insan deneyimini alıp bir ‘meta’ya çeviriyor, sonra reklamcılık ve kitle medyası aracılığıyla bize geri satıyor. Böylelikle insan hayatının her parçası, kendi iç mantığıyla idare edilen ve sembollerle temsiller sisteminden başka bir şey olmayan “gösteri” içine çekiliyor.
Debord’un şu cümlesi mühim: “Gösteri bir imaj haline gelecek derecede birikmiş sermayedir.”
2002 genel seçimlerinde 365 milletvekili çıkararak tek başına iktidara gelen AK Parti, ‘uyuma arzusu’ndaki halka, Debord’un tarif ettiği türden bir sahne performansı sunuyor.
Sunuyor da, artık öyle bir noktaya gelindi ki, gün be gün dozu artırmak zorunda. Madde bağımlılarında görülen hadise misali. Zira madde miktarı sürekli ve düzenli artırılmazsa ‘sıkıntı’ çıkar: doz azaltılırsa yoksunluk oluşur, doz artık yetersiz gelmeye başlarsa da ölüm gerçekleşir.
‘NAMUSSUZLAR’ ŞEREF LİSTESİNDE…
Nitekim “en yetkili”nin gafları, başka bir ifadeyle dozları, başlarda küçük küçüktü. Yenir yutulur cinstendi.
Sonra “İki tane ayyaşın yaptığı yasa muteber oluyor da dinin emrettiği bir yasa sizin için neden reddedilmesi gerekiyor” çıkışı geldi. İki ayyaş: Atatürk ve İnönü.
Derken, “Namuslu insanlar namussuzlar kadar şerefli olmadıkça, cesur olmadıkça başarılı olamayız” dil sürçmesi sanıldı. ‘Namussuzlar’ın şeref listesinde adım adım yükselişini seyrettik takibinde.
Araya bir ‘tadımlık’ serpiştirdi: “Bunları rent a car ile mi aldılar, yoksa tamamen satın alma mı?” Rent a car dediği şey tıbbi cihazlar. Zât-ı âlî hastane için alınan tıbbi cihazlar ile kiralanan araçları karıştırıyor.
Ve devamı, daha sert, daha acımasız, daha fütursuzca geldi: “Hadi ananı al git buradan”, “Artistlik yapma lan”, “Askerlik yan gelip yatma yeri değildir”, “Başbakan sensin, ister asar, ister kesersin” (23 Nisan kutlamalarında koltuğunu bıraktığı çocuğa siyasi tavsiyesi), “Sen bu ülkenin Başbakanı’na yuh çekersen tokadı yersin” (Soma’da bir vatandaşa söylüyor), “Şimdi, gemi var, gemicik var”, “Ben çocuklarıma helal lokma yedirmedim”, “Kız mıdır, kadın mıdır, bilemedim”…
Gezi direnişindeki bazı yurttaşlara yönelik “çapulcu”, “sürtük” ve “terörist” ifadeleri…
Müthiş bir hakaret dağarcığı: Geri zekâlı, haysiyet fukarası, sefil, zavallı, gafil, eşkıya, çürük, sanatçı müsveddesi, edep fukarası, haysiyet celladı, kan emici…
“14 Mayıs’ta bunlara öyle çakalım ki bir daha bellerini doğrultamasınlar” ve “Be ahlaksız, be namussuz, be adi”ye gelene kadar neler var neler; aklıma ilk gelenleri sıraladım bir çırpıda.
Bakar mısınız lütfen: Ne hazin bir manzara!
Doz arttıkça arttı ve uyuma arzusundaki halk, ‘rüya’ görmeyi umarken ‘kâbus’a tosladı; lakin o kadar uyuşmuş halde ki gözlerini hakikate açmaya mecali yok.
KENDİ HAYATIMIZIN DAHİ FİGÜRANI DURUMUNDAYIZ
Yalnız sözlere bakmayıp Necip Hablemitoğlu’ndan Tahir Elçi’ye, Hrant Dink’ten Andrea Santoro’ya, Uludere’den Kobani’ye kadar uzanmak gerek.
600’ün üzerinde faili meçhul cinayet…
İstanbul Sözleşmesi’nden keyfe keder çıkış.
“Örtüsüz kadın ya satılıktır ya kiralık” gafleti.
“Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, günahı ne? Anası ölsün” rezilliği.
Namus indirimi… Bekâretin ağırlaştırıcı neden sayılması… Hadım yasası…
“Bir kereden bir şey olmaz” diyen Bakan Sema Ramazanoğlu hakkında verilen gensoru sonrası çekilen tebrik kuyruğu görüntüleri…
Son 11 yıl içinde tam 164 kez değiştirilen ve 6 kez çıkan imar affı…
17-25 Aralık hadisesi… Cumhuriyet tarihinin en geniş çaplı ve en büyük yolsuzluk operasyonu… Bavul bavul taşınan paralar… Ayakkabı kutuları…
Eski Avrupa Birliği Bakanı Egemen Bağış’ın “Bakara, makara” açıklaması…
Pandemide dağıtılamayan maskeler… Bizzat bakan tarafından verilen eksik ölüm istatistikleri…
Salonsuz, mekânsız bırakılan devlet sanat kurumları… Kitapları yasaklanan yazarlar, filmleri sansürlenen sinemacılar, heykelleri yıkılan heykeltıraşlar… Gezi direnişine destek verdiği için ödenek alamayan tiyatrolar… “Terör örgütü dokümanı” olduğu gerekçesiyle mahkeme tarafından toplatılan kitaplar…
700’ün üzerinde tutuklu gazeteci… Çok sayıda kapatılan gazete ve haber sitesi…
Twitter bant daraltması. Ekşi Sözlük gibi nice platforma erişim engeli. Vs. vs.
Guy Debord’un da dediği gibi bir “gösteri”nin içine itilmiş vaziyetteyiz. Sosyal adalet ve sınıf temelli toplum anlayışı rafa kalktığından bu yana, çoğumuz kendi hayatımızın dahi figüranı durumundayız. Sistem tarafından empoze edilenler dışında bir şey yok elimizde. Ne özgür irade, ne eleştirel bir bakış, ne refah bir hayat…
ANAAKIM İLE ALTERNATİF KÜLTÜRLER ARASINDAKİ GERİLİM
Şu itildiğimiz çukurdan başımızı biraz çıkaralım ve Adbusters’ı hatırlayalım.
Adbusters, 1989 yılında Kalle Lasn ve Bill Schmalz tarafından Vancouver, British Columbia’da kurulmuş, Kanada merkezli, kâr amacı gütmeyen, çevre yanlısı bir kuruluş.
Bu kuruluş, Eylül 2003’te, Batı uygarlığının gelişimine çomak sokar ve ezbere bildiğimiz tüm dengeleri allak bullak eder.
Ne yapmıştır Adbusters dergisi? Söyleyeyim: Kendi imzalarını taşıyan “yıkıcı” spor ayakkabı markası Black Spot Spor Ayakkabıları için sipariş kabul etmeye başladığını açıklamıştır.
O tarihten sonra hiçbir rasyonel insan için “anaakım” ve “alternatif” kültürler arasında bir gerilim olduğuna inanmak mümkün olmamıştır.
Adbusters dergisinin örneklediği tipte bir kültürel isyanın sistem için bir tehdit olmadığı, tersine bizzat sistemin kendisi olduğu, o tarihten sonra herkes için aşikâr hâle gelmiştir.
Adbusters kültür parazitleme yahut kültür sıkışması olarak dilimize çevirebileceğimiz “culture jamming” hareketinin amiral gemisidir.
Culture jamming, medya kültürünü ve kurumsal reklamcılık da dâhil olmak üzere anaakım kültür kurumlarını bozmak veya yıkmak için birçok tüketim karşıtı toplumsal hareket tarafından kullanılan bir protesto biçimi…
Onların görüşüne göre, genelde reklamcılığın sonucu olarak, propaganda ve yalanlarla topluma o kadar derinlemesine nüfuz edilmişti ki, bir bütün olarak kültür, muazzam bir ideolojik sisteme dönüşmüştür. Her şey “sistem”e iman etmek için tasarlanmıştır. Culture jammers’ların, yani kültür parazitleyenlerin hedefi, bu inancı üretmede kullanılan mesajı tersine çevirerek, onun propagandasının yapıldığı kanalları engelleyerek kültürü kelimenin tam anlamıyla parazitlemektir. Bu da radikal politik sonuçları olan bir düşüncedir.
1999’da Adbusters editörü Kalle Lasn, 60’larda sivil haklar, 70’lerde feminizm, 80’lerde çevreci aktivizm neyse, kültür parazitlemenin de günümüzde o olacağını savunuyordu.
5 yıl sonra ise Kalle Lasn, kendi tescilli spor ayakkabılarını satmak için Adbusters markasını kullanıyor.
Sonuç mu?
Adbusters ruhunu satıyor.
Doğrusu, bunu düşünmemiz bize telkin ediliyor. Oysa hakikat öyle değil. Adbusters ruhunu satmadı, çünkü satılacak bir ruhu yoktu aslında. Adbusters hiçbir zaman devrimci bir doktrini olmadı. Onların sahip olduğu şey, sadece 60’lardan beri sol politikalara egemen olan karşı kültürel düşüncenin defalarca ısıtılmış bir çeşidiydi. Karşı kültürel politikanın bu tipi de, devrimci bir doktrin olmak şöyle dursun, son kırk yıldır tüketim kapitalizmini ayakta tutan ana güçlerden biridir.
Adbusters dergisinin vitrininde gördüğümüz şey, kapitalizmin gerçek ruhudur ve her zaman öyle olmuştur. Spor ayakkabı olayı tam da bunu kanıtlamaktadır.
DAMAK TADINA UYGUN BİR ARİSTOKRASİ
En yetkili, henüz bu denli yetkiyle donatılmamışken, tuhaf bir şekilde bir boşluk gördü. Kendi inancının ürünlerini satabileceği bir kitle (halk değil) vardı, ama bu ürünleri (!) üretecek sanatçı ve zanaatçı azdı, hatta yok’a daha yakındı.
Ayrıca yine kendi inancının bayrağını taşıyacak bir aristokrasi de yoktu. İktidarın imtiyazlı ve genellikle soya bağlı toplum sınıfı yani.
Uzunca bir süre, kendinden olmayanlar dahil kendi inancını vitrine taşıyacak olan herkese destek verildi. Maddi ve manevi anlamda bir destek.
Mesela 68’in liderlerinden, Alev Er’in kalıplaşmış ifadesiyle “bir uzun yürüyüş”ün öncülerindendi Ertuğrul Günay. Öğrencilik yıllarında Fikir Kulüpleri Federasyonu içerisinde çalışmıştı. Saint Petersburg Devlet Üniversitesi’nden “Onursal Bilim Doktoru”, Moskova Kültür ve Sanat Üniversitesi’nden ise “Onursal Profesör” unvanı vardı.
1977 seçimlerinde en genç milletvekili olarak meclise CHP çatısından giren Günay, AK Parti hükümetinde kendini Kültür Bakanı olarak buldu.
Tekil örnek değildi Günay; nice insan, bir şekilde karşı safta yer aldı.
Zamanla rol modellerin çöküşüne ve ideolojik bocalamalara tanıklık ettik.
Ve var olana eklemlenen yeni sistem kendi çocuğunu yiyen Satürn misali her birini ya parça parça etti ya da kemirip bir kenara attı.
Ardından da ‘cadı avı’ başladı.
Benden ve senden’e bölünen ülkenin pusulası bozuldu.
Zâtı âlî gördü ki, damak tadına uygun bir aristokrasi yaratma imkânı yok.
Dahası: muhtevasını tanımlamakta zorlandığımız görüşünün (zira sık sık ileri sürdüklerini değilliyor ve icra ile tezleri uyuşmuyor) kültürel tezahürlerini üretecek sanatçı ve zanaatçı da yok.
İşte bu idrak noktası yahut tecrübeden sonra “bize cahil insan lazım” ve “cahil insana güveniyorum” nakaratına geçildi.
Zaten arsızlaşma da böyle böyle etlenip butlandı.
Artık öyle bir noktaya gelindi ki, bu benim vehmim tabii, bir an önce bulunmayı bekleyen katil misali toplumun nasırına, en hassas olduğu noktalara basılıyor sürekli. Mahremi allak bullak ediliyor. Aidiyet hissi yeniden düzenleniyor. Yığınların alım gücü giderek düşerken, azınlığın serveti çığ gibi büyüyor. Makas açıldıkça bir kesimde bastırılmış öfke birikiyor, bir kesimde ise celladına âşık olma hissi sınır tanımıyor.
Bazı mitler kolay ölmez. Kendini tekrar etme arzusu gibi…
Ancak bu tekrar için bile uygun zemin, uygun araç, uygun zaman ve uygun insan gerekiyor.
O uygun zemin de var olanlar yıkıldıktan sonra mümkün olabilir ancak.
Bundandır ki, isyan pazarlanıyor. Ürüne isyan, kişiye isyan, kurumlara isyan, sisteme isyan, geçmişe isyan… İşin tuhafı bu pazarlanan isyanın alıcısı yok. İşte sıkıntı burada.