Karınca ezmez Ahmet Abi

TUNCAY OPÇİN 20 Ağustos 2017 PORTRE

Kuşevleri, göç edemeyen leylekler için kurulan vakıf, sadaka taşı, karıncaları, böcekleri ezmekten “hazer eden” insanlar. Osmanlı medeniyeti dediğimizde pek çok insanın aklına ilk gelenler herhalde bunlardır. Altı yüz yıllık imparatorluktan geriye, hatırasını lezzetle hatırladığımız incelikler kaldı. Tabii bir de bu incelikleri hayatına rehber edinmiş insanlar…

Bunlar arasında hiç şüphesiz, beni en çok etkileyen “karınca ezmez”ler olmuştu. Geçmiş zamanda erkekler entari giydikleri için, sırf böceklere zarar vermemek ve onları ezmemek için, karınca ezmezler eteklerine minik ziller takar, öyle sokağa çıkarlarmış. Bununla ilgili oldukça ilginç bir fıkhi hükme de İmam Birgivi’nin kitabında rastlamıştım. İçinde böcek bulunduğu bilinen bir odunun yakılıp yakılamayacağı İmam Birgivi’ye sorulmuştu. Birgivi, hatırımda kaldığı kadarıyla bu soruya olumlu cevap vermemişti.

Osmanlı Devleti yıkılalı neredeyse bir asır oldu. Osmanlı bakiyesi insanlar ise, çocukluk yıllarımı yaşadığım 1970lerde rahmete kavuştu. Ancak bu hayat tarzını ihtiyâr edinen insanlar varolmaya hep devam etti. Bunların içerisinde hiç şüphesiz en yakından tanıdığım kişi Ahmet Can’dı.

GÜMÜŞHANEVİ’NİN HİZB-ÜL AHZABI

Ahmet Can’la yollarımız İstanbul Üniversitesi’nde kesişmişti. O üniversitenin Hukuk Fakültesi’ndeydi, ben ise komşu binalarında daha sonra adı Siyasal Bilgiler olacak Siyasal Bilimler Fakültesi’nde okuyordum. O tarihlerde sayısı fazla olmayan muhafazakâr öğrencilerdik ve en azından Cuma günleri Süleymaniye ya da Beyazıt camilerinde mutlaka karşılaşırdık. Ahmet Can da, böyle aşinalığım olan bir isimdi.

Simasını hatırladığımı ve “içinin güzelliği, yüzüne yansımış” dediğim Can’la, iç dünyamda fırtınalar kopan bir Ağustos akşamı yatsısında Şehremini-Odabaşı Camii’nde karşılaştım. Aşinalığım olduğu için de, yanına gidip tanıştım. Manisa’lı bir çiftçi ailesinin çocuğuydu ve hukuk fakültesini bitirmek için uğraşıyordu.

Ahmet Can’la ertesi gün kahvaltıda buluşmak için sözleştik. Kaldığı öğrenci evinde odası çok sade döşenmişti. Yerde güzel bir Afyon hasırı, köşede dokuma seccadesi, küçük bir masası ve minderler olduğunu hatırlıyorum. Can, bu haliyle münzevi yaşayan bir dervişi andırıyordu. Masasında cildli, Arapça ve Osmanlıca kitaplar duruyordu. Gümüşhanevi Hazretleri’nin üç ciltlik Hizb-ül Ahzâb’ını ilk olarak orada görmüştüm. Kitapta çok okunmuş olmaktan kaynaklanan bir yıpranmışlık hali gözümden kaçmamıştı.

Can, konuşurken bile tesbih etmeyi aksatmayan bir isimdi. Konuşmasına “iki gözüm” diye başlayıp, sakin ama etkileyici tonda devam eder, karşısındakini sıkmadan akıcı bir dille konuşurdu. Can anlatmaya başladığında adeta hayat dururdu. Dini konulara büyük bir vukufiyeti vardı ve dua hayatının en önemli parçası olmuştu. Dua, insanın acziyetini sonuna kadar hissettiğinde geri çevrilmesi mümkün olmayan bir dilekçeydi. Can, duanın mutlaka isme yapılmasını söyler, isme yapılan duanın adresli bir mektup olduğunu anlatırdı.

SIZINTI’NIN RESİMLERİNİ SEÇİYORDU

Can’ın iklimi huzur doluydu ve benim gençlik heyecanlarıma ilaç gibi gelmişti. Daha sonra da Ahmet Can’la sık sık görüşmeye devam ettim. Can, her gününü dolu dolu yaşıyordu. Bu arada takip ettiğim Sızıntı dergisine ciddi katkıda bulunduğunu öğrendim. Benim için Sızıntı, her ay merakla beklenen bir yayındı. Lise yıllarının başından itibaren, İzmir’de küçük bir arkadaş grubuyla İslam, Ribat, Zafer, Sızıntı, İktibas gibi dergileri takip eder, mümkün mertebe destek olmaya çalışırdım. Bu yayınlar arasında, hiç şüphesiz en çok ilgimi çeken Sızıntı’ydı. Özellikle de başyazılar ve orta sayfalar.

Lise son sınıfta başyazıların sırrını çözmüş, yeni yayınlanan Çağ ve Nesil’i büyük bir heyecanla almıştım. Orta sayfalar ise, ilgimi çekse de beni zorlamaya devam ediyordu. Ahmet Can’la tanıştıktan sonra, bir ekol olan orta sayfaların Risale-i Nurlardan sadeleştirilmiş metinler olduğunu öğrenmiştim. 33 Pencere Risalesi her ay düzenli bir şekilde yayınlanıyordu. Can, bunu farketmiş ve dergiye orta sayfa resimlerini bulabileceğini iletmişti. Meccanen yapılan bu çalışmayı, o günlerin zor koşullarında Sızıntı büyük bir memnuniyetle kabul etmişti.

Ahmet Can’ın hazırladığı orta sayfa resimleri, derginin okuyucu kitlesi tarafından çok beğeniliyordu. Ancak hiç kimse bunu Can’ın yaptığını bilmiyordu. Can’la tanışıklım, dostluğum derinleştikçe başka özelliklerini de farkediyordum. Rüya tabiri konusunda inanılmaz bir yeteneğe sahipti.

Can’a göre rüyalar asla hafife alınabilecek olaylar değildi. Rüyayı gören, uyandığında ne gördüğünü harfi harfine mutlaka yazıya geçirmeli, sonra yorumunu araştırmalıydı. Çünkü rüyada küçük gibi görülen bir ayrıntı, anlamı tamamen değiştirebilirdi. Bu yüzden rüya gören, yorumlayana hiçbir şeyi atlamadan anlatmalıydı.

Bununla ilgili ilginç bir olay yaşamıştım. Ahmet Can okulu bitirmiş, avukatlığa başlamıştı. Ortak bir avukat arkadaşımız, evlilik aşamasındaydı ve bir rüya görmüş, Can’a anlatmak istemişti. Uzunca bir rüyaydı. Ahmet Can, büyük bir dikkatle dinledi ve anlatana “bu rüyanın şöyle şöyle bir bölümü de olmalı” dedi. Rüyayı anlatan arkadaşım, gerçekten rüyanın bir bölümünü anlatmayı uygun bulmamıştı. Can, rüyanın içindeki işaretlerden atlanan bölümü arkadaşıma anlattı ve tamamını yorumladı.

ARKEOLOJİK ESER KOLEKSİYONERİ

Can, tanıştığım günden itibaren hep güzellik peşinde koşan bir isimdi. Odasına serdiği hasır, Gümüşhanevi Hazretleri’nin deri ciltli evrâd kitapları belli bir estetik arayışın sonuçlarıydı. Can, zaman zaman manevi büyüklerin türbelerini ziyaret eder, Edirnekapı’da Kariye Müzesi’ni Tekfur Sarayı’nı gezer, oralarda vakit geçirmeyi severdi.

Hayatında her şeye dikkat ettiği gibi, yediği-içtiğine de aynı dikkat ve özeni gösterirdi. Evde hiçbir gıda maddesinin atılmasını istemez, bunu Allah’a karşı büyük bir saygısızlık olarak görürdü. Bir gün pilav yapmak istemiş, hiçbir pirinç tanesini lavaboya düşürmeden dikkatlice yıkamıştı. Bu dikkatinin sebebini, “Dünyada pirinci ekmek gibi, temel bir gıda olarak gören ve tüketen yüz milyonlarca insan var. Onların bu kadar saygı gösterdiği bir yiyeceğin kanalizasyona gitmesine izin veremem” demişti.

Ahmet Can, yıllar içinde mesleğinde ilerledi ve hukukçu kontenjanından Anıtlar Yüksek Kurulu’na girdi. Ama bu arada güzel sanatlar alanında ciddi mesafe almış, içindeki güzellik arayışı Can’ı sanatla tanıştırmıştı. Ahmet Can, kitapçılardan çıkmıyor, sanat kitapları topluyor, birbirinden güzel taş plaklar alıyordu.

Can ilk başlarda bütün koleksiyonerler gibi ilgisini bir noktaya teksif etmekte zorlanmış, ancak kısa bir süre sonra yolunu çizmişti. Bunun sonucunda oniki bin ciltlik bir kütüphanesi olmuştu. Bu kitaplığın dokuz bin cildi, birbirinden değerli sanat kitaplarıydı. Klasik Türk Müziği’nin büyük ustalarının beste ve icralarına ait 1000 taş plağı, gramofonu vardı. Bir taraftan da spatulayla amatör resimler yapıyordu.

Ancak asıl şaşırtıcı olan Ahmet Can’ın arkeolojiye olan merakıydı. Okumalarını, araştırmalarını bu yöne kanalize etmiş, Türkiye arkeolojisi üzerine epey kitap okumuştu. Eskiye olan tutkusu Ahmet Can’ı arkeolojik eser koleksiyoneri yapmıştı. Müzeye kaydolmuş, çevresini de bu yönde teşvik etmişti. Can’ın bu teşvikleriyle, bir başka tanıdığım dünya çapında büyük bir koleksiyoner olmuştu.

Ahmet Can, arkeolojik eserleri insanlığın ortak geçmişinin bir hatırası olarak görüyor ve onlara bu anlamda çok değer veriyordu. Anıtlar Kurulu’nda görev yapması, İstanbul’un sayılı koleksiyonerleriyle tanışmasına vesile olmuş, bu sayede pratik bir takım bilgiler de kazanmıştı. Bu sayede özellikle Ege Bölgesi’nde varolan medeniyetlere ait eserlere sahip olmuştu.

Akrabalarının bir kısmı ABD’de yaşadığı için zaman zaman onları ziyaret için ABD’ye gidiyordu. Büyük sevgi ve saygı beslediği Fethullah Gülen’in yaşadığı bölgeyle ilgili tarihi belge ,vesika ve gravür topluyordu. Kısa bir süre içinde bu konuda da hatırı sayılır bir arşive sahip olmuştu.

Kendisini her zaman “abi” bildiğim Ahmet Can, dervişâne bir hayat sürerken kendini bir anda AKP-Hizmet Hareketi geriliminin ortasında buldu. Başını Sabah’ın çektiği bir grup gazete Ahmet Can’ı “Yargı İmamı” ilan etmekte beis görmedi, Türkiye’den uzaklaşmasına neden oldu. Ancak bu yaşananlar bile Can’ın okumaya, toplamaya, geçmişe ve sanata aşkını yok etmeye yetmedi…

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com