Kobane davasından seferberlik yönetmeliğine yargının halleri

İstediği kadar adına mahkeme desinler, Kobane davası başından sonuna kadar Erdoğan’ın talimatlarıyla yürütülmüştür. Seferberlik ve savaş hâlinde “yedek personel” olarak göreve çağrılması ise KHK'lıların terörist veya suçlu olmadıklarının açıkça ilanıdır.

SELAMİ ER 30 Mayıs 2024 GÖRÜŞ

Son iki hafta yine hukuk gündemi açısından oldukça yoğun geçti. Hukuk dediğime bakmayın; içinde kanun, yönetmelik, mahkeme kelimeleri geçse de özünde hukukun ve adaletin olmadığı durumlar aslında.

Kobane davasında mahkeme yaklaşık sekiz yıl sonra nihayet kararını açıklayarak Selahattin Demirtaş’a 42 yıl ve Figen Yüksekdağ’a 30 yıl olmak üzere Kürt siyasetçilere onlarca yıl ceza yağdırdı.

28 Şubat davasından hüküm giymiş Çetin Doğan gibi paşalar Cumhurbaşkanı tarafından affedilerek serbest bırakıldılar ve yeni yürürlüğe giren “Seferberlik ve Savaş Hâli Yönetmeliği” ile KHK ile TSK’dan ve meslekten ihraç edilenlerin de seferberlik ve savaş hâlinde “yedek personel” olabilmesi sağlandı.

Her biri birbirinden ilginç gelişmeler.

Kobane davası Türkiye’deki yargının siyasete angaje olduğunun, aslında bağımsız ve tarafsız bir yargı sisteminin kalmadığının en açık göstergesi. En başından söylemek gerekirse, dava süreci hukukun bir gereği olarak yürütülmemiş ve sonuçlandırılmamıştır. Bu dava herkesin üzerinde ittifak ettiği üzere hukuki değil, siyasi bir davadır ve yargı eliyle Kürt muhalif siyasetçilerden öç alınmaktadır.

Davaya konu olayları hatırlatacak olursak; Aralık 2012’de Erdoğan’ın, MİT’in Kürt sorununa çözüm bulmak için Abdullah Öcalan’a ziyaretlerde bulunduğunu duyurması ile büyük umutlarla başlayan ‘Barış Süreci’, gerek tarafların süreci iyi yönetememeleri ve gerekse Erdoğan’ın ülke menfaatini günlük siyasi ihtiyaçlarına malzeme yapması nedeniyle istenen hedeflere varamadı.

Aynı dönemlerde Suriye iç savaşı başlamış ve Eylül 2014’te de IŞİD Türkiye sınırındaki Kobane şehrine bir harekât başlatmıştı. 5 Ekim’de PKK ve 6 Ekim’de HDP sosyal medya (Twitter) üzerinden halkı sokağa çağırmıştı. HDP yetkilileri, hükumetten Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından gelecek askeri yardımın Türkiye toprakları üzerinden Kobani’ye bir koridor açılarak ulaştırılmasını talep ettiler. Türkiye’nin her yerine yayılan gösterilerde bir süre sonra şiddet olayları arttı.

Demirtaş bu süreçte 7 ve 9 Ekim 2014 tarihlerinde gösterilerde şiddet kullanılmasına karşı olduğunu belirten açıklamalar yaptı. 9 Ekim’de sona eren olaylar sonucunda 37 kişi öldü ve 761 kişi de yaralandı. Birçok kamu binası tahrip edildi, iş yerleri yağmalandı ve araçlar zarar gördü. 20 Ekim’de ise Türkiye Peşmerge güçlerinin destek amacıyla Kobani’ye geçmesine izin verdi.

Haziran 2015 genel seçimlerinde AKP ilk defa tek başına hükumet kuracak çoğunluğu sağlayamayınca barış havası yerini gerginliğe bıraktı ve nasıl oluyorsa (!) birden başlayan terör saldırıları ve patlayan bombalardan sonra barış süreci Temmuz 2015 de tamamen rafa kaldırıldı.

Bu süreçte Erdoğan 28 Temmuz 2015 tarihinde “Ben parti kapatılması olayını doğru bulmuyorum. Fakat bu partinin yöneticilerinin bu işin bedelini ödemeleri gerekir diyorum. Fert fert, birey birey. ” şeklinde bir açıklama yaptı.

Ağustos 2015 de ise KCK, on dokuz farklı şehirde öz yönetim ilan etti ve gerilim tırmandı. Akabinde güvenlik güçleri kurulan barikatları kaldırmak ve tekrar kontrolü ele almak amacıyla operasyonlar yaptı.

Ancak bu operasyonlar sonucunda birçok şehir Suriye iç savaşında bombalanan şehirlere benzer hale geldi. 16 Mart 2016 tarihinde ise Erdoğan HDP’li siyasetçileri kastederek “Dokunulmazlıklar meselesini süratle neticelendirmeliyiz. Parlamento adımını süratle atmalıdır…” şeklinde bir açıklama yaptı.

20 Mayıs 2016 tarihinde, CHP’nin de desteği ile Anayasaya geçici bir madde eklenerek dokunulmazlıklar kaldırıldı ve 4 Kasım 2016 tarihinde Diyarbakır Sulh Ceza Hâkimliği Demirtaş ve diğer Kürt siyasetçilerin terör örgütü üyesi olmaksızın bu örgüt adına suçlar işleme, terör örgütü lehine propaganda yapma, yasa dışı örgüte yardım etme, halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme, suçu ve suçluyu övme, yasadışı toplantılara ve gösterilere katılma gibi suçlamalara dayalı olarak tutuklanmasına karar verdi.

Aslında Demirtaş hakkında dokunulmazlığı kaldırılıncaya kadar 31 farklı Fezleke hazırlanmıştı.

Tutukluluğa itirazı kabul edilmeyen Demirtaş, Anayasa Mahkemesi’ne özellikle özgürlük ve güvenlik hakkı ile siyasi faaliyetler yürütme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla bireysel başvuruda bulunmuş, ancak tek üyenin muhalefetine rağmen başvurusu 21 Aralık 2017 tarihinde reddedilince, bu defa Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) başvurmuştu. AİHM öncelikle gerek Demirtaş’ın KCK yöneticileri ile konuşmaları ve gerekse halkı sokağa davet etmesi ile meydana gelen şiddet olayları arasında illiyet bağı olabileceğinden bahisle ilk tutuklama kararı için tarafsız bir gözlemciyi ikna edebilecek nitelikte makul şüphenin bulunduğuna, ancak bunların tek başlarına, bilhassa yargılamanın ileri bir aşamasında, ilgilinin tutukluluğunun uzatılmasının gerekçesi olamayacakları sonucuna ulaşarak, 20 Kasım 2018’de özgürlük ve güvenlik hakkının ihlal edildiğine karar verdi.

AİHM kararında dikkat çeken bir husus, Demirtaş’ın sadece milletvekilli olmadığını, aynı zamanda bir muhalefet partisinin de lideri olduğu, ancak bunun ne yerel Mahkemeler ve ne de AYM’nin incelemelerinde dikkate alınmadığına dair vurgusudur.

AİHM bu durumda böylesi uzun bir tutukluluk için zorlayıcı nedenlerin ortaya konması gerektiğini belirtmiştir. Mahkeme, tutuklu bulunduğu süre boyunca milletvekili sorumluluklarını yerine getirme imkânından yoksun bırakıldığını ve özellikle iki kritik seçim kampanyası, yani halk oylaması ve Cumhurbaşkanlığı seçimi sırasında ilgilinin özgürlüğünden yoksun bırakılmasının, çoğulculuğu bastırma ve demokratik toplum kavramının özünde yer alan siyasi tartışma özgürlüğünü sınırlama yönünde gizli ve ağır basan bir amaç izlediği kanaatine ulaşmıştır.

İhlal kararından sonra ise tazminat yanında AİHM, Sözleşme’nin 5. maddesinin 3. fıkrasının ve 18. maddesinin ihlaline son verme yönündeki acil ihtiyacı dikkate alarak en kısa sürede tutukluluğunun sona erdirilmesi gerektiğine hükmetti. Karardan bir gün sonra Erdoğan, “AİHM’nin kararı bizi bağlamaz” açıklamasını yaptı ve Ağır Ceza Mahkemesi kararı uygulamadı. 7 Aralık 2018’de ise Demirtaş hakkında başka bir davada 4 yıl 8 aylık hapis cezasına karar verilerek tutukluluk hali hükümlülüğe dönüştürüldü.

AİHM’de görülen dava tarafların itirazı üzerine Büyük Daire’ye taşındı. Bu aşamada Hükumet, Demirtaş’ın başka bir suçtan hükümlü olduğu bahanesini ileri sürdü. Avukatlarının tutuklu kaldığı sürenin, hükümlü olduğu ceza süresinden mahsup edilmesi için yaptığı başvurunun kabulü ile hükümlülüğün ortadan kalkması gerekirken bu defa 20 Eylül 2019 tarihinde Demirtaş Kobani olaylarıyla ilgili soruşturma dosyasından bir kez daha tutuklandı ve ‘hukuki hülle’ ile tahliyesi bir kez daha engellendi.

Dava sürecine baktığınızda, Erdoğan’ın açıklamalarından sonra komutanından emir almış asker gibi yargının derhal gereğini yerine getirdiğini görüyoruz. İstediği kadar buna bir yargılama veya mahkeme desinler, dışarıdan tarafsız bakan bir kişiye durumu bunun dışında bir izah ile anlatmak mümkün değil. Dava açılması, dokunulmazlıkların kaldırılması, Kürt siyasetçilerin tutuklanması ve AİHM kararına uyulmaması, başından sonuna kadar Erdoğan’ın yönlendirmesi ve yargıya kamuoyuna açık şekilde verdiği talimatlarıyla yürütülmüştür.

Enteresan bir diğer gelişme ise 28 Şubat davası olarak bilinen davadan hükümlü olan paşaların Özgür Özel’in Erdoğan ile görüşmesinden sonra yaşlılık sebebiyle affedilerek tahliye edilmeleri.

Elbette yaşı 80’in üzerinde ve sağlık durumu nedeniyle kendi ihtiyaçlarını göremeyen insanların suçu ne olursa olsun ceza evinde kalmamaları gerekir. Ancak demokrasiye post-modern bir müdahale gerçekleştiren, klasik bir darbeyi de planlayan bu kişilere gösterilen merhametin onda biri, cemaat davalarında kermese börek yapmak, dini sohbete katılmak kabilinden, aslında hiçbir suç içermeyen eylemleri nedeniyle cezaevinde tutulan ve kendi ihtiyaçlarını göremeyen yaşlı ve hasta tutuklu/hükümlülere gösterilmemektedir.

Dahası bu durum halkın yüksek bir kredi ile yerel seçimlerde birinci parti haline getirdiği ana muhalefet partisinin umurunda bile görünmüyor. Özgür Özel yarım ağız ifade etse de ana-muhalefet ne Demirtaş ne Kavala ve ne de KHK mağduriyetleri konusunu gerçek anlamda gündem yapmıyor. 28 Şubat paşalarını kurtarmayı bir kazanım olarak görerek bununla yetinmiş gibi görünüyor.

Diğer taraftan, bu yoğun gelişmelerin yanında, Seferberlik ve Savaş Hâli Yönetmeliği de yayınlandı. Üzerinde çok fırtına estirilse de aslında Cumhurbaşkanı’na ekstra yetkiler verdiği söylenen hükümler halihazırda Seferberlik ve Savaş Hali Kanunu’nda mevcut. Yetkilerin bakanlar kurulundan alınarak Cumhurbaşkanına verilmesi esasen 2017 Anayasa değişikliği ile parlamenter sistemin terkedilmesinin otomatik bir sonucu. Burada dikkat çeken düzenleme olağanüstü dönemlerinde Kanun Hükmünde Kararnameler ile TSK’dan(!), kamu görevi veya meslekten ihraç edilenlerin de seferberlik ve savaş hâlinde “yedek personel” olarak göreve çağrılmasına ilişkin düzenleme oldu.

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Adama sormazlar mı, hani bunlar darbeye kalkışmıştı, darbeci olmasalar da terörist ilan etmiştiniz. Bir terörist gibi yaka paça derdest edip F tipi, T tipi cezaevlerinde yatırdınız. Şimdi ellerine hem de savaş ve kargaşa döneminde silah mı vereceksiniz? Normal bir dönemde darbeye kalkışan, terör eylemleri gerçekleştiren birinin savaş ve kalkışma durumunda çok daha tehlikeli olabileceği açık iken, Yönetmeliğin bu şekilde bir hüküm içermesinin tek anlamı olabilir: O da KHK’lıların terörist veya suçlu olmadıkları gerçeğidir.

Yazının başında söylendiği gibi, adı mahkeme kararı ve yönetmelik gibi hukuki bir anlam içerse de yaşananların hukukla ve adaletle bir ilgisi yok.

WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com