Dünyadaki hiçbir güçlü ordu, kurmay kadrosunun yüzde 70’inin tasfiye edilmesi sonrası eski kabiliyet ve gücünü devam ettiremez.
6 Şubat’da sabah 04:17’de gerçekleşen depremin büyüklüğü daha ilk anından tespit edilmişti. Bu kadar büyük bir sarsıntı sonrası binlerce evin yıkılmış olduğu belliydi. Beklenirdi ki sabahın en erken saatlerinden itibaren devlet, tüm kurumlarıyla seferber olsun, özellikle Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) hemen bölgeye giderek sahra hastaneleri kurmak için harekete geçsin, enkaz kaldırma çalışmalarına katılsın ve güvenliği temin etsin. NATO’nun ikinci büyüğü olmakla övünen tecrübeli bir ordu için böyle bir operasyonun o gün hiç değilse şehir merkezlerinde öğleden sonra tamamlanması oldukça kolay olmalıydı.
Ama öyle olmadı. Ordu birliklerinin deprem bölgesine gidip kurtarma çalışmalarına katılmaya başlaması ertesi günü öğle saatlerini buldu. Enkaz altında kalanların çoğu için bu süre çok gecikmiş bir tepkiydi, maalesef son nefeslerini “bizi kurtarın” diye beyhude çağırışlarla tükettiler. Diğer yandan şehir merkezleri dışında pek çok ilçeye ikinci gün de yardım götürülemedi, ordunun hiç değilse yağmalamayı önlemek için asayişi sağlamak, dondurucu soğukla boğuşan insanlara çadır kurması için yardım etmek gibi işler için oralara gitmeye başlaması ise bazı yerlerde 4-5 günü buldu.
TSK’nın 400 bine yakın, 15 Temmuz’dan sonra İçişleri Bakanlığı’na bağlanan Jandarmanın 190 bine yakın askeri var. Oysa kendi açıklamalarına göre depremin ikinci günü sahada olan asker sayısı başta 3500’dü, sonra 4500’e yükseltildi. Yabancı ülkelerden gelen kurtarma ekiplerinin bir an evvel davet edilip deprem bölgesine götürülmesi sürecinde TSK (Dışişleri Bakanlığıyla koordineli şekilde) aktif roller alıp, yardımların ulaşma süresini rahatlıkla kısaltabilirdi. Ama olmadı, olmadı.
17 Ağustos depremi sonrasında bile 25 bin kadar asker arama, kurtarma ve enkaz kaldırma faaliyetlerinde görev almıştı. Beklenirdi ki Gölcük’te deniz üssünü yerle bir eden o depremden alınan dersler de göz önünde bulundurularak en az 40-50 bin asker anında bölgeye sevk edilip vaziyete hakim olsun. Oysa bu sayının onda biri, o da gecikmiş bir şekilde devreye sokuldu.
Peki ordu bu organizasyon kabiliyetini neden gösteremedi? Erdoğan böyle kritik bir anda ordunun sahada olmasını kendi iktidarı için bir tehdit gördüğünden bunu yapmak istemedi de sonra kamuoyunun tepkisiyle mecburen fikir mi değiştirdi? Peki fikir değiştirdikten sonra bile TSK kendisinden bekleneni neden tam olarak yapamadı? Komutanlar neler yapabileceklerine dair cumhurbaşkanını bilgilendirmediler mi? Yoksa böyle yaparsalar tek adamın şüphelerini üzerilerine çekebileceklerinden endişe ederek oturup otoriter rejimin işleyişi icabı aranıp talimat verilmesini mi beklediler? Şu aşamada konuya ilişkin fazla bilgi edinebilmemiz mümkün değil, ileride o kritik dakikaların neden heba edildiğinin soruşturulacağını umut ediyoruz. İktidar bu tür soruları cevaplandırmıyor veya kamuoyu tepkisi üzerine cevaplandırmaya tenezzül ettiğinde ise açıkça yanlış bilgiler verebiliyor.
Malumunuz bir kaç haftadır önceki ABD Başkanı Trump döneminde CIA Başkanlığı ve Dışişleri Bakanlığı gibi kritik görevler yürüten Mike Pompeo’nun yeni yayınlanan anı kitabındaki Türkiye’yle ilgili kısımları ele alıyorum. Aslında, tesadüfe bakın ki, bu hafta ele almayı depremden önce planladığım kısım da doğrudan bu konuyla ilgili…
Pompeo kitabının Türkiye’ye en fazla odaklandığı bölümünde IŞİD’le mücadelede TSK yerine YPG’yi tercih etmelerinin nasıl gerçekleştiğini özetle mealen şöyle anlatıyor: “Göreve gelir gelmez öncelikle ele almamız gereken konu buydu, bölgeye ilave ABD askeri göndermeme konusunda kararlı olduğumuz için sahada savaşacak bir müttefik güce şiddetle ihtiyaç duyuyorduk. Önümüzde iki seçenek vardı: Ya o sırada IŞİD’le kuzey Suriye’de çatışma içerisinde olan YPG’yle, ya da Erdoğan hükümetinin teklifini kabul ederek TSK’yla çalışacaktık. NATO müttefikimiz olan Türkiye IŞİD’i bertaraf ederek Suriye’de düzeni tesis etmek için gereken büyüklükte askeri gücü sahaya sürmeye hazır olduğunu söylüyordu. Teklif cazipti ama dezavantajı şuydu: Erdoğan hükümetinin planı açıkça ifade edecek olursak bölgedeki Kürtlerin etnik temizliğini içeriyordu.”
Daha önce, görevim sırasında şahit olduğum bazı hadiseler ışığında Erdoğan rejiminin Suriye’de aşırılıkçı ve/veya El-Kaide gibi terörist örgütlerle irtibatlı görülen grupları desteklemesi nedeniyle Obama Yönetimi’nin Suriye politikasını Türkiye’ye yaslanmadan yürütmeye yöneldiğini detaylı şekilde anlatan bir makale yazmıştım. Anlaşılan o ki, Trump seçimi kazanınca Erdoğan, Obama döneminde kaybettiği zemini kazanabilmek için harekete geçmiş. Trump bölgede Amerikan askeri bulundurulmasını istemiyordu, seçim kampanyasında ABD askerlerini Afganistan, Irak ve Suriye’den çekmeye yönelik vaatleri vardı. Bu nedenle IŞİD’e karşı mücadelede karada çarpışacak müttefik güçlere ihtiyaç duyuyordu. Erdoğan, Trump Yönetimi’ni yanına çekebilmek için onlara “Sizin asker getirmenize gerek yok, siz bizi (istihbarat, havadan ve silah takviyesiyle) destekleyin, TSK oraya girip IŞİD’e karşı savaşsın” teklifinde bulunmuş. Sonrasında yaşananlara ilişkin Pompeo’nun anlattıklarının birebir çevirisi şöyle:
“Erdoğan bu fırsatı, Suriye’de Kürt halkını bastırmaya yönelik uzun süredir devam eden hedefine ulaşmak için kullanacaktı, üstelik Amerika’nın da rızasını alarak. Erdoğan ve Fidan beni defalarca arayarak ABD’nin de terör örgütü olarak tanımladığı PKK’nın SDG’den (YPG’den) hiçbir farkı olmadığını vurguladılar. ABD’nin SDG’yi desteklemesi halinde bunun Türkiye ile ilişkilerimizi bozacağını ileri sürdüler.”
Pompeo Kürt meselesi yüzünden Erdoğan’ın teklifini kabul etmeye soğuk yaklaşmaktadır. Fakat Ankara’nın önerisinin nihayetinde reddedilecek olmasına yol açan beklenmedik başka bir gelişme olacaktır. Kendisi de tecrübeli bir eski general olan Savunma Bakanı Jim Mattis ile Genelkurmay Başkanı Joe Dunford Türk ordusunun IŞİD’i yenebilecek kabiliyeti olmadığına dair endişelerini paylaşırlar. Suriye’yi işgal etmek üzere hazırlıklarını sürdüren Türk askeri birliklerini görmek istediklerini Ankara’ya bildiren Dunford’un bu ziyaretini defalarca erteleten Erdoğan hükümeti en sonunda birliklerin incelenmesine müsaade etmiştir. ABD heyeti bu ziyaretten şu neticeyle dönmüştür: (Pompeo’nun ifadesiyle) “ABD’nin muazzam askeri desteği olmadan Türklerin IŞİD’i yenme ihtimalleri sıfırdır.”
Pompeo içeriğini açmaktan kaçındığı bu müthiş ifşaatı, dikkatli bağlanmış bir düğüm halinde bize sunuyor, adeta önümüze çözümü zor olmayan bir denklem bırakıyor, bize bu denklemi çözerek sonuçlarını analiz etmek kalıyor. Trump Yönetimi durumun fotoğrafını şöyle çekiyor: “IŞİD’le mücadele işini TSK’yla da götürsek, YPG’yle de götürsek bizim vermemiz gereken desteğin çapı değişmeyecek. Çünkü TSK’nın kabiliyet ve kapasitesi oldukça sınırlı. Bu durumda Erdoğan’ın teklifini kabul edersek kuzey Suriye’deki Kürtlerin etnik temizliğe maruz kalmasına dolaylı destek vermemizden dolayı uluslararası tepkiyle yüzleşeceğiz. Yani yaptığımız masraf da, döktüğümüz ter de aynı olacak ama TSK’yı tercih etmek bize ilave siyasi yük getirecek. YPG’yle çalışmamız halinde sadece Erdoğan hükümetinin tepkisini, TSK’yla çalışmamız halinde ise Batılı ülke ve kuruluşlarda Kürtlerin içine düşeceği durum dolayısıyla oluşacak uluslararası bir tepkiyi çekeceğiz. Bu şartlarda YPG’yle çalışmak daha caziptir.”
Pompeo Suriye’ye harekata hazırlanan Türk askeri birliklerinin ABD heyeti tarafından neden zayıf bulunduğuna ilişkin bilgi vermese de bir noktada kapıyı bize hafifçe aralamaktan da imtina etmiyor. Ankara’da Erdoğan ve ekibiyle Suriye konusunu müzakere ederken dikkat çekici bir hadiseye şahit olduğundan bahsediyor:
“Masanın üzerine haritalar yaymıştık ve (kuzey Suriye’de) Amerikalıların bulunduğu yerleri işaret ediyorduk. Erdoğan bize konumlarımızdan emin olup olmadığımızı sordu. Doğruladığımızda ekibine ‘Bana yalan söylediniz’ der gibi baktı. Bunun üzerine ekibi kısa bir ara istedi. Buradan çıkarılacak ders, diktatörler altında görev yapan üst düzey komutanların, genellikle liderlerinden gerçeği sakladıklarıdır.”
Pompeo burada zaten başka raporlardan bildiği bazı gerçekleri, o raporların gizliliğini ihlal edip suç işlemeden, bu hadise üzerinden bize anlatmaya çalışıyor gibidir. Diyor ki TSK komuta kademesiyle Erdoğan arasında ciddi bir kopukluk var. Aslında bu durumdan bize anılarında ilk bahseden ABD’li üst düzey yetkili Pompeo değil. Onun bize ne demek istediğini daha iyi anlayabilmemiz için Trump döneminde Ulusal Güvenlik Danışmanlığı yapan John Bolton’un 2020’de yayınlanan anı kitabındaki aynı konuya ilişkin bölümü hatırlamamız gerekiyor.
Bolton’un kitabında Erdoğan rejimine ilişkin paylaştığı çarpıcı ayrıntılar Türkiye’de bağımsız medya neredeyse kalmadığı için zamanında yeterince gündeme gelip kamuoyunda tartışılmadı. Pompeo, Bolton’un kitabında “gizli bilgileri” ifşa ettiği için yargılanması gerektiğini söylüyor. Bolton bu suçlamaya kitabının Ulusal Güvenlik Konseyi’nin ilgili departmanı tarafından incelenerek onaylandıktan sonra yayınlandığını hatırlatarak cevap veriyor.
Bolton o kitabında şöyle demişti: “(ABD Genelkurmay Başkanı) Dunford’un Türk askeri komutanlarının Suriye’ye girmeye Erdoğan kadar istekli olmadıklarını ve Türkiye sınırının güneyinde askeri operasyon yapmaktan kaçınmak için kullanabilecekleri mazeretler aradıklarını düşündüğünü öğrendim.” Yine Bolton’ın kitabından Trump’ın “Erdoğan IŞİD’ı (bir tehdit olarak) umursamıyor” dediğini biliyoruz. Gerek Pompeo, gerek Bolton Erdoğan’ın Suriye’ye girme arzusunun tamamen Türkiye iç siyasetine yönelik hesaplamalarıyla ilgili olduğuna dair kanaatlerini paylaşıyorlar.
Tüm bunlar bize ne söylüyor? Erdoğan 15 Temmuz sonrasında Suriye’ye harekat düzenlenmesine karşı çıkan TSK komuta kademesinin tümünü, kurmay subaylarının yüzde 70’ini tasfiye etti. Yerlerine kendisine karşı çıkmayacağını düşündüğü komutanları atadı. Bu kadar büyük bir tasfiye sonrası göreve gelen komutanlar, artık Erdoğan’a gerçekleri söyleseler, yani “Suriye bir bataklık, oraya girmemiz hata olur” derseler başlarına neler geleceğini gördüler. O yüzden Erdoğan “Suriye’ye giriyoruz” dediğinde ona “Orada Amerikan askeri birlikleri var, onları çekilmeye ikna etmeden bu halde oraya girmemiz yanlış olur” demekten bile çekiniyorlar. ABD’li üst düzey yetkililer kitaplarında Beştepe ile TSK arasındaki eşgüdümün ne kadar zayıflamış olduğunu tasvir ediyorlar. Eğer deprem felaketi sonrasında iktidarın TSK’yı etkili şekilde devreye sokmayarak (ve başka şekillerde) gösterdiği yönetim acziyeti olmasaydı bu çapta bir koordinasyonsuzluğun varlığına inananlar belki az olurdu.
Aradan beş gün geçtiği halde deprem bölgesinde hala yağmalamaların olması, insanların sadece soğuktan değil güvenliklerinden de endişe eder halde tir tir titreyerek yaşamayı sürdürmesi, maalesef bu gerçeği adeta gözlerimize sokmuş oldu. Diğer yandan Pompeo’nun NATO’nun en büyük ikinci ordusuna “IŞİD’le mücadele edebilme kabiliyeti sıfır” diyerek, bu kadar büyük bir iddiayı lafı eğip bükmeden, yumuşatmadan bu kadar net ifade ederek, bize 15 Temmuz sonrasındaki tasfiyelerin Türk ordusu üzerinde yaptığı tahribatın boyutlarını, Pentagon tarafından Türk ordusunun tecrübe ve profesyonellik seviyesindeki düşüşün nasıl görüldüğünü de anlatmış oluyor.
Dünyadaki hiçbir güçlü ordu, kurmay kadrosunun yüzde 70’inin tasfiye edilmesi sonrası eski kabiliyet ve gücünü devam ettiremez. Yeri doldurulamayacak, yokluğu her zaman hissedilecek kritik askeri eğitim ve tecrübelere sahip subaylar, ispat edilmemiş suçlamalarla ve ağır hakaretlerle ordudan atıldılar. Önemli bir bölümü hala hapishanelerde, hatta karanlık hücrelerde tutuluyor. Aklını yitirmemiş bir milletin gözbebeği gibi koruması gereken kurumlardan biri köprü ortasında linç edilip “kafası kesilerek” yoğun bakıma sokuldu. Şimdi bu orduya Türk milleti korkunç bir felaket anında acilen ihtiyaç duydu ama o ortada görünmedi. Enkaz altında insanlar bir kurtarıcı bekledi, dışarıdan yakınlarınca kendilerine su verilebilecek kadar enkazdan çıkarılması kolay insanlar bir gün boyunca onları kurtarmaya kimse gelmediği için soğuktan veya açlıktan veya kan kaybından hayatlarını kaybettiler. Askerden, devletten umudunu tamamen kesenler “Haluk Leventlerin” imdatlarına gelmesini beklediler, bekliyorlar.
Ordu niye zamanında yetişemedi? Artık bu tür kabiliyetleri işlemez halde olduğu için mi? Yoksa “tek adam” siyasi hesaplarına uymadığından, herhangi bir şekilde ordunun halk nezdinde itibar kazanmasını kendi iktidarı için bir tehdit olarak görüp istemediği için mi? Galiba iki cevabın da haklılık payı var. Türkiye daha büyük güvenlik tehditleriyle karşı karşıya kalmadan hapishane köşelerinde çürüttüğü komutanlarından özür dileyerek onları bu korkutucu enkazı kaldırmaya davet etmelidir. O subayların pek çoğu da yurtdışına giderek özel sektörde iyi işlerde çalışmaya başladı. Türkiye ileride kanaatimce onları da vazifelerine dönmeleri için ikna etmeye uğraşma ihtiyacı hissedecektir. Şu an ufukta görünmeyen o an gelene kadar ülkenin zayıf bir orduya sahip olmanın bu tür acı sonuçlarıyla daha fazla yüzleşmesi, maalesef, işten bile değildir.