Radyo idari olarak kendisine bağlı bulunan piyade albay sordu; ‘Biz ne istersek çalacak mısınız asteğmenim?’. İletişim Fakültesi’nde Radyo-Televizyon ve Sinema okumuş, TRT'de prodüktör olarak çalışan asteğmen; ‘Yayın akışımıza uygunsa tabii komutanım!' dedi. Sonrasını sormayın...
İşini severek yapanlar için mesai kavramı yoktur. Yani mesleğini bir geçim kaynağı olmanın az da olsa ötesine taşıyanlar, çalışma saatlerini başlayan ve biten zaman aralığı olarak görmez. İşkolik olarak nitelenebilirse de böyle kimseler, bu bazı sahalarda işin doğası gereğidir. Kabul, kişilikle de çok ilgilidir. Genellemeye cüret edemem ama, kendi adıma bedenen çalışıp işi iş yerinde bırakabileceğim, başka ortamlarda hayata iş odaklı bakmayacağım örneklere gıpta etmedim değil zaman zaman. ‘Kuantum’ mu dersiniz ‘Karma’ mı yoksa, ‘Düşünceleriniz hayatınızı şekillendirir.’ tümcesiyle mi açıklarsınız, size kalmış. Fakat, yayıncılık rüyalarınız dahil, hayatınızın tamamını kapsar.
İşin iş yerinde gerçekleştirilmesinin zorunlu olduğu sektörler görece bir avantajdır, zihnini dinlendirmek için. Eskiden masa başı işler ayrımı vardı, beden gücüyle çalışanların imrendiği ve çocuklarını ısrarla yönlendirdiği. Dijital teknoloji iş hayatında büyük kolaylıklar getirirken çalışmayı da daha geniş bir alana ve zamana yaydı. Masa başı işler için bile masa başı mecburiyeti kalmadı. Arkadaşlarla kahve içerken telefonda, dizüstü bilgisayarda ciddi bir işi yapabilmekten tutun da evde bebeğinizin altını değiştirirken elektronik imzayla devlet katlarında dahi ispat-ı vücut etmenin cazibesi yok değil. Bunun olumsuz yanıysa, zaman zaman evrende bulunduğunuz yeri sadece hacim olarak doldurmak. Yani, aklınızın her daim akıllı cihazınızın ilan ettiği konumda olmaması…
Stres, yayıncılığın mütemmim cüzü. TRT’de son derece planlı, programlı yayıncılar tanıdım, hangi kuşağa ait olduklarını takdir edersiniz. İşlerini ince ince tanzim eden ve sürprizlere mümkün mertebe açık kapı bırakmayan bu meslek büyüklerim dahi yayın stresinden kurtulamazdı. Hoş, zaten dozunda alınması gereken bir ilaçtır yayıncılıkta stres. Yayından önce saniyesi saniyesine programı hazırlasanız, tedbiri elden bırakmayıp yedeklemeler yapsanız dahi, işiniz sizin dışınızda kişi ve cihazlara bağlı olduğu için bir aksilik olasılığı her daim zihninizde durur. Yayıncılığı zorluklarından dolayı yüceltmek gibi bir arzum hiç olmadı, burada da maksadım stresin mesleğin naturasında olduğunu vurgulamak. Her işin kendi dairesindeki güçlükleri o sahanın emektarlarından dinlemeli.
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
Dinlenmenin hakkı daha ziyade pazı gücüne bağlı çalışmalarda verilir. Yayının stresi, çalışma ortamının iticiliği gibi nedenlerle zaman zaman aklımdan ve sanki biraz da gönlümden geçerdi; zihnen değil de bedenen çalışayım, başımı yastığa koyduğumda kaygısız bir uykuya dalayım diye… Sağ olsun devrin müstebitleri onu da yaşattı! Pek çok çalışanın çekmek için can attığı ‘Emeklilik hayalleri’ isimli filmin geçebileceği en güzel yerlerden biri Yenifoça’ya devletin hakkımda açtığı terör soruşturması kılıcı tepemde sallanırken ailem ve kaybedilmiş haklarımla birlikte yerleştim. Sanırım Julian Assange ve Edward Snowden’ın cihazları bile bu son dönemde soruşturma geçirenlerinki kadar ağırlanmamıştır polis laboratuvarları ardından adli emanetlerde. Biz de sağ olsun vefalı bir dostun emanet ettiği bilgisayar başında medar-ı maişet endişesiyle görüntü verirken, bunun bir çalışma şekli olduğuna kanaat getirmeyen Necati Usta’dan iş teklifi aldım. Güçlü kuvvetli adamdım, ne o öyle, evde boş boş oturuyordum?! İyi de ben inşaattan anlamazdım ki! Hâlâ da anlamam…
Anlayacak bir şey yoktu Usta’ya göre, o getir diyecek getirecektim, götür diyecek götürecektim. Dört tekerlekli ve motorlu arabalardaki gibi el arabasında da becerikli sayılmazdım ama; yoruldukça öğreniyordu insan ya da öğrenmek için yorulmak gerekiyordu. Harç karma, moloz taşıma safhalarından sonra çevre bahçelerde mevsimsel temizlik yapabileceğim yeni bir aşamaya terfi ettim. Neyse, bunları ‘Çekmediğim dertler çile kalmadı / Feryatsız gündüzüm gecem olmadı’ demek için anlatmadım, pek uzun sürmedi zaten. Mesele şu ki; yayıncılık bir yaşam biçimine dönüşünce yaşamıyor da yayın için malzeme topluyorsunuzdur artık. Nitekim, bedenen çalışmak, yorgunluktan bazı kasların kontrol dışına çıkması da zihni faaliyetleri nispeten konforlu bir düzeye çekmiyormuş, bizatihi tecrübeyle öğrenildi. Mesleki vasıflara bir de memleketin hâl-i pürmelâli karşısında mâni olunamayan hücumat-ı efkâr eklenince hani utanmasam, Melih Cevdet Anday’ın ‘Telgrafhane’siyle anlatacağım durumu:
…
Durmadan sesler alacak
Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın
Düzelmeden memleketin hali
…
‘Vatanî vazife’ için Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ‘Yedek’ de olsa subay sınıfından dühûl edişimde yine benzer bir ruh hali hakimdi. İşten güçten ve dolayısıyla düşünme ameliyesinden uzaklaşırım, spor yaparım, kafamı boşaltırım diyordum, olmadı. Bir müddet sınır karakolunda bot eskitsem de, akıbet radyo oldu. Genelkurmay memleketin Doğu ve Güneydoğusunda sadece askeri faaliyetler yürütmüyor, bölge sakinlerine radyo yayınlarıyla da ulaşıyordu. Çok şükür propaganda dönemi değildi ve bildiğiniz radyoculuk yapabilme olanağımız oldu. TRT ve özel radyolardan eş dost takviyesiyle edinilen yayın materyalleri, personel seçimi, program hazırlıkları derken olmuştum ‘Radyocu asteğmen’!
Ailesiyle bir dizi ziyarette bulunan yeni atanmış alay komutanı radyoya da uğradı, çocuklar için bir yayın ortamı her zaman ilgi çekicidir. Radyo idari olarak kendisine bağlı bulunan piyade albay sordu; ‘Biz ne istersek çalacak mısınız asteğmenim?’. İletişim Fakültesi’nde Radyo-Televizyon ve Sinema okumuş, TRT’de prodüktör olarak çalışan asteğmen halt etti; ‘Yayın akışımıza uygunsa tabii komutanım!’. Gülündü, geçildi…
Aylar geçti aradan, ciddi bir mesai harcanmış ve radyo bayağı bayağı mecburiyetten değil, tercihen de dinlenir bir hüviyet kazanmıştı. Veda vakti gelen asteğmen bir yandan yarın döneceği sivil hayat için hazırlık yapıyor diğer yandan bölge şartları gereği özel ulaşım koşullarını da sağlamaya çalışıyordu ki; sürpriz bir ziyaretçi çağırdı kendisini, ‘Radyocu asteğmen nerede?’. Alay komutanı veda etmek için mi çağırıyordu acaba?
Bu haberler de ilginizi çekebilir:
‘Land’ tabir edilen aracın arkasında tabura götürülürken bir aksilik olduğunu anlamamak askeriyeyi henüz tanımayan asteğmen için bile zordu. Demek ki, radyo ziyareti sırasında sarf edilen, ‘Yayın akışımıza uygunsa tabii komutanım!’ cümlesine gülünüp geçilmemişti. Alay komutanı tarafından ‘Artistlik’ yapmakla suçlanan asteğmen bunun yayıncı refleksiyle verilmiş bir cevap olduğunu söylese de orası askeriyeydi ve komutan dediği gibi, isterse o radyoyu kapatabilirdi… Haksızlık etmek istemem, alay komutanı genel askeri tavır düşünüldüğünde nezaket sahibi bir subaydı.
Düşünüyorum da, devlet aslında 15 Temmuz 2016’dan önce de kendisini gayet açık bir biçimde tanıtmış radyocu asteğmene…