Akademisyen Ali Yaycıoğlu: "Son üç dört yılda önce üçüncü, son seçimle de birinci sütun devrildi. Bu durumda rejimin kala kala tek sütunu kalmış oluyor: Devletin bekası. Bir bakmışınız, Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok farklı yerlere gitmiş."
Stanford Üniversitesi’nden akademisyen, yazar Ali Yaycıoğlu, 31 Mart yerel seçim sonuçlarını analiz ettiği yazısında rejimin dayandığı üç kolon olduğunu, bunlardan ikisinin devrildiğini, geriye tek bir sütun kaldığına dikkat çekti. Bunun da “devletin bekası” olduğunu belirten Ali Yaycıoğlu, “Bir bakmışınız, Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok farklı yerlere gitmiş” yorumunu yaptı.
Ali Yaycıoğlu, bu görüşlerini “Rejimin dayandığı üç kolon var. İlki Türkiye’de “çoğunluk” olan toplumun “yerli, milli ve dindar” unsurlarının desteği. İkinci sütunu devletin bekası söylemi. Üçüncüsü ise borçlanmaya ve düşük faize dayalı büyüme ve kaynak dağıtma mekanizması. Son üç dört yılda önce üçüncü, son seçimle de birinci sütun devrildi. Bu durumda rejimin kala kala tek sütunu kalmış oluyor: Devletin bekası. Bir bakmışınız, Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok farklı yerlere gitmiş” şeklinde özetledi.
Gazete Oksijen‘deki yazısında Ali Yaycıoğlu, rejimin dayandığı üç kolona açıklık getirdi.
“Rejim meşruluğunun bir ayağını çoğunlukçu bir toplumsal destekten alıyor” diyen Yaycıoğlu, “Bu halkın rejime ya da rejimin lideri ve siyasal partilerine (Cumhur İttifakı’na) yüzde ellinin üzerinde desteği olduğu kurgusuna dayanıyor. Bu bildiğimiz Türkiye’de “çoğunluk” olan toplumun “yerli, milli ve dindar” unsurlarının rejime aslî meşruluğunu sağladığı tezi. Ya da o meşhur Türkiye sosyolojisi tezi. Ya da “aslen aslî olup, ama uzun süre dışlananların, çevreden gelip merkeze yerleşmiş olanların iktidarı” tezi” ifadelerini kullandı.
‘BİRİNCİ SÜTUNU ERDOĞAN, İKİNCİ SÜTUNU BAHÇELİ TEMSİL EDİYOR’
Rejimin ikinci sütununun devletin bekasına dayandığını belirten Yaycıoğlu, “Buna göre devlet sürekli tehdit altında. Devamlı ortaya çıkan iç ve dış tehditler bitmeyen bir beka sorunu yaratıyor. Onun için sürekli teyakkuz halinde olmak, güvenliği önceleyen olağanüstü hamleler, uygulamalar yapmak gerekiyor. Beka seçimler gibi konjonktürel bir olgu ile sınırlanacak bir şey değil. Tarihin derinliklerinden gelen bir hakikat. Onun için olağan üstü bir durum. Unutmayalım: Bu rejim olağanüstülüğü olağanlaştıran bir rejim” dedi.
“Yüzde ellinin üzerinde yerli, milli ve dindar halkın desteği ve devletin bekası üzerine oturan rejimde ilk sütunu büyük oranda Erdoğan ve partisi temsil ediyor” ifadelerini kullanan Yaycıoğlu, “İkinci sütunu ise Devlet Bahçeli ve MHP. Birinci sütunda kısalmalar oldukça, “yerli, milli ve dindar” cepheye eklemeler yapmak gerekiyor. İkinci sütunda problemler çıktıkça, rejimin bazı “sessiz” ortaklarından yardım alınıyor, onlar öne çıkartılabiliyor. Kâh fiktif bir fetihçilikten, kâh aile tekno-milliyetçilikten medet umuluyor” sözlerine yer verdi.
Yaycıoğlu, rejimin üçüncü sütunu için ise “borçlanmaya ve düşük faize dayalı büyüme ve kaynak dağıtma mekanizması” tanımını yaptı ve “2000’li yıllardan beri rejim büyüme ve kaynak dağıtma mekanizmalarıyla ve bir yönü ile gelecekten parça kopartarak (geleceği sömürerek) toplumsal desteğini adeta katılaştırdı” dedi.
‘BİRİNCİ SÜTUN BU SEÇİMDE DEVRİLDİ’
Bu noktada “Son üç dört yılda ne oldu?” sorusunu yönelten Yaycıoğlu, “Rejimin birinci ve üçüncü sütunu ilk önce sallandı, üçüncü sütun iyice eğildi, birinci sütun bu seçimde devrildi” ifadelerini kullandı.
Yaycıoğlu şöyle devam etti:
“Bugün rejim, kendini iktisadi meşruluğunu kurduğu ekonomi politikalarına dönecek imkanları neredeyse tümüyle kaybetmiş durumda. Mehmet Şimşek boş yere “Lokalleri ikna etmek gerekiyor” demiyor. “Lokaller” hala eski borca dayalı büyüme ve yeniden dağıtım mekanizmalarının alışkanlıkları ile hareket ediyorlar. Toplumun önemli bir kesiminin enflasyona verdikleri tepkinin arkasında uzun bir süre inandıkları rejimin iktisadi siyasetine karşı duymaya başladıkları tarifsiz hayal kırıklığı yatıyor.
Daha da dramatik olarak, rejimin 31 Mart seçimi ile çoğunluğun desteğini kaybetmekte olduğu gerçeği artık çok net bir şekilde karşımızda. Aslında bu durumun Mayıs 2023 seçimlerinde yaşanması gerekiyordu. Rejim “normal şartlarda” kaybedeceği seçimi iktidarına kazandırdı. “Normal şartların” bu rejimlerden bahsederken kullanmamız gereken bir kavram olduğunu yüzümüze çarptı.
Önümüzdeki süreçte rejimin ve rejimin “kilit taşı” Erdoğan’ın yüzde ellilik toplumsal desteği tekrar sağlaması çok imkân dahiline gözükmüyor.
Bu durumda rejimin kala kala tek sütunu kalmış oluyor: Devletin bekası. Zaten onun için sarayda çalışan bir hukuk danışmanı “Bu seçimde kazandıklarını sananlara milli devlet iradesi haddini bildirir” diye “had bildirdi”; ya da Devlet Bey “Türkiye seçimle kurulmadı” diyebildi.
Beka çok şeye kâdir. Bir bakmışınız, devletin bekası konseptinin ana aracı olan Kürt sorunu üzerinden vuku bulan çatışma ortamı yeniden alevlenmiş. Hatta iş çok daha farklı yerlere gitmiş, Türkiye’nin beklenen Kuzey Irak operasyonu çok daha geniş bir sahada fırtınalı bir dönemin kapılarını açmış. Böyle bir cinnet halinde, güvenlik bürokrasinin tavrını ya da böyle bir çatışma ortamının eğilen ikinci üçüncü sütunu devireceğinden korkan çevrelerin nasıl tavır alacaklarını kestirmek kolay değil.
Bu arada bazıları Erdoğan’ın yumuşayacağı, rasyonel bir siyasal-iktisadi siyasete dönebileceğini, hukuksuzluk ve olağanüstü uygulamaların son bulabileceğini falan söylüyor. Ben böyle bir “dönüşün” imkân dahilinde olduğunu düşünmüyorum. Bu rejimin öyle içeriden, kendi iktidar mekanizmalarıyla demokratikleşmesi mümkün değil.
Ama tabii rejim dünyaya şunu söyleyebilir: “Bakın işte yerel seçimlerde muhalefet büyük bir başarı kazandı. Neymiş, Türkiye bir demokrasiymiş.” Böylece yerel seçim sonuçları rejimin atacağı çok daha sert bir adım için yumuşak bir iklim sağlamış olur.”