Nefret söylemi, ayrımcılık, cinsiyetçilik gibi alanlarda atölyeler düzenlemiş, eğitimler vermiş, eski akademisyen, ama artık müzisyen ve solist olan, Barış Akademisyenleri davalarının da sanıklarından bir isim Mahmut Çınar. Hrant Dink Vakfı’nın her yıl hazırladığı Medyada Nefret Söylemi rapor çalışmasının da başını çeken isimlerden biri olan Çınar ile vakfın son raporunu konuştuk.
Nefret söylemi üreten gazeteler listesinde bir numarayı hiç kimseye kaptırmayan Yeni Akit, Mahmut Çınar’la söyleşi için buluştuğumuzda hedefine Cumhuriyet gazetesi koymuş ve “Gazetenin önüne el bombası atalım” tehdidinde bulunmuştu. Çok yeni bir gelişme olduğu için Çınar’a Cumhuriyet gazetesinin hedef gösterilmesini soramadık ama raporda yine bir numara Yeni Akit olduğu için benzer manşetlerini, işlevini, medyanın bugünkü konumunu uzun uzun sorduk.
Türkiye’de medya her zaman devletin ideolojik aygıtı olarak çalışmıştır. Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink ve Diyarbakır Barosu Başkanı Tahir Elçi medyanın ürettiği nefret söyleminin hedefi olduktan kısa bir sonra öldürüldüler. Davaları devam ediyor… Ahmet Kaya, yine medyanın nefreti üzerine ülkesini terk etmek zorunda kalmış ve Paris’te hayatını kaybetmiştir. Birçok kişinin gazete manşetleriyle tutuklanması, sürgün edilmesi ve öldürülmesi Türkiye’de çok sık karşılaştığımız bir gerçek. Türkiye’nin medya gerçeği…
Mahmut Çınar bunu; “Bizde ilk gazete padişah tarafından kuruldu. Cumhuriyet dönemindeki gazetelerin sahipleri ise Cumhuriyet Halk Fırkası’nın üyeleri, milletvekiliydi” diyerek anlatıyor.
Bütün bunlara karşın medyanın kendi direncinin oluşmayışı, edilgenliği, devlet-medya-toplum üçgenini ve bunun olası değişiminin nasıl olacağını Mahmut Çınar anlattı. Çınar, 10 yılda ciddi bir bilinçlenme yaşandığını belirtiyor ve umutsuz değil: “(…)Sosyal medya sayesinde insanlar birbirlerinden haberdar. Direniş alanları var. Sadece direniş yöntemleri değişti. Eskisi gibi binlerce insan sokağa çıkmıyor ama Twitter’da oluşturulan bir hastag ile iktidarda bir değişim, bir geri adım yaratabiliyorlar. Evet, çok karanlık bir dönem yaşıyoruz ama geçecektir. Bütün bu bilinçlenmenin bir karşılığı olmalı.”
Söz Mahmut Çınar’da…
Hrant Dink Vakfı’nın Mayıs-Haziran-Temmuz- Ağustos aylarını kapsayan Medyada Nefret Söylemi raporunda en fazla nefret söylemi üreten gazete yine Yeni Akit. Bu söylemin hedef aldığı gruplar ise Suriyeliler, Yunanlılar, Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler olmuş. Yıllardır bu raporlarda hiç değişmeyen bu sonucu neye bağlıyor, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Suriyeliler bizim için görece yeni bir başlık. Bundan beş ya da altı yıl önce Suriyeliler diye bir başlık bile yoktu. Ama Ermeniler, Yahudiler ve Rumlar, Türkiye kökenli gayrimüslimler her zaman bu listede vardır. Bağlama göre bu başlıklar değişir. Yarın Suriyeliler konusu kapansa Suriyelileri bir daha bu başlıklarda göremeyebilirsiniz.
Yeni Akit meselesine gelince sadece Yeni Akit’le sınırlandırmak doğru değil belki, özellikle aşırı sağ, İslamcı medyanın zaten böyle bir işlevi var. Bunlar aslında nefret söylemi içeriklerini üretmek için oluşmuş yayın organları. İşleri bu. Ortanın sağında yer alan örneğin Hürriyet gibi bir gazetede nefret söylemi içeriğiyle karşılaştığınızda bu analiz edilebilir bir şeydir. Fakat Yeni Akit’in varlık amacı doğrudan ideolojik olarak bir saldırı aygıtı olduğu için onlarda nefret söylemiyle karşılaşmak artık bizi şaşırtmıyor. Bir noktadan sonra analiz edilmesi de çok doğru değil artık.
Neden?
Çünkü bir gazete muamelesi yapılıyor. Bu konuda biraz sertim. Yeni Akit’e gazete muamelesi yapılmaması gerektiğini düşünüyorum.
Peki, milliyetçilikle ilişkisini nasıl değerlendirirsiniz? “İşi bu” diyorsunuz, neden işi bu? Neden böyle bir şey için bir gazete kurulur? Kim buna neden ihtiyaç duyar? Neden hiç değişmeyerek devam eder? Bundan kim ne kazanıyor? Gazetenin sahibi mi yoksa siyasetle ilişkilendiriyor musunuz?
Milliyetçilik ve İslamcılık, yeniden üretime çok ihtiyaç duyuyor. Bir takım dini ve milliyetçi klişeler var. Bunları kitleselleştirmek için sürekli pompalamak zorundasınızdır. Bu gazeteler bu işlevi görüyor. Bundan herkes kazanıyor. Siyasi olarak kullanılabilir aygıtlardır. Hükümet dâhil herkesin işini gören aygıtlar. Tirajları da çok küçük değil. Sağ da sol da propagandasını hep gazeteler üzerinden yapmıştır. Bunların hepsini ideolojik üretim aygıtları olarak görmek gerekir.
Suriyelilerin raporda ilk sırada yer almasında etkin söylem “terör” ile ilişkilendirilmeleri olmuş. Biz bunu aslında konu Kürtler olunca da görüyoruz. Kürt sorununu PKK sorununa eşitleyenler oldukça fazla. Böyle bir benzerlik bulunmasına rağmen raporda Kürtlerin olmayışını hatta bu raporların genelinde Kürtlerin olmamasını nasıl açıklarsınız?
Eskiden beri Kürtler yok. İma her zaman vardır ama doğrudan Kürtler demezler. Bunun en önemli nedeni ülkede çok büyük bir nüfusa sahip olmalarıdır. Devletin Kürtlere karşı politikası her zaman agresif ve saldırgan olsa da resmi söylemde Kürtler hiçbir zaman düşman olarak addedilmemiştir. Bunlar aslında resmi söylemi sürekli yeniden üretirler. Çoğu zaman işin bürokrasisi nedeniyle devletin ağzından söylenemeyecek şeyler milliyetçi gazeteler üzerinden söylenir. Her ne kadar imalar olsa da, devletin politikası saldırganca olsa da. Açıktan Kürtlere bir saldırıda bulunamazlar. Örneğin, doğulu deyip Kürt diyememek gibi.
“Doğulu” ifadesini daha çok seküler kesimin yayın organlarında görüyoruz.
Çok doğru. Doğrudan Kürt diyemedikleri için. Çünkü kendilerinin ırkçı olmadığını addederler, öyle zannederler. Oysa yaptıkları şey ırkçılığın ta kendisidir. O yüzden nefret söylemi içeriklerinde eskiden beri doğrudan Kürt ifadesini görmeyiz.
Bir de ilişkilendirme ayrımcılık kategorisi içerisinde çok önemli bir kavramdır. Genel olarak bir kimlikte saldıracak bir şey bulamıyorsanız kendiniz bir takım kavramlar üretirsiniz. Mesela barış sürecinde ana akım medya PKK ile ilgili haberler konusunda uyarılmıştı ama bir yandan da kitlesi var ve düşmanlığı bir biçimde beslemesi gerekiyordu. O dönem “Dağda homoseksüellik”, “Teröristlerin lezbiyen oyunları” gibi içerikler görür olmuştuk. Çünkü orada o zaman devlet ağzından düşmanlaştırılmamış bir örgüt var, çatışma yok ve devletin vurmadığı bu örgütü ciddi bir antipatiyle nasıl vurabilirim arayışı söz konusu oldu. Lezbiyen diyerek yine genel kitlesinin kötü olarak gördüğü bir şeyle ilişkilendiriyor. Terör-Suriyeli ilişkisi de böyle bir şey. Bir kimliği kötülemek istiyorsanız halk nezdinde bütün normatif değerler yelpazesinden bir şey alıp, o kimliğe yapıştırırsınız. “Yakalanan terörist sünnetsiz çıktı” gibi…
Fakat Suriyeliler konusunda devletin ürettiği bir nefret söylemi yok. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sahiplendiği de bir kesim aynı zamandı. Buna rağmen hükümeti destekleyen havuz medyasının Suriyelilere yönelik nefret içeriği üretmesini nasıl açıklarsınız? Bu aslında dediklerinizi yanlışlamıyor mu?
Hayır. Yaygın ve ana akım olmaya çalışan sağ medya kitlelerin reaksiyonunu ölçmek ve buna göre söylem üretmek zorunda. Kendisini geniş kitlelerin sözcüsü olarak gören bir gazetenin, özellikle Suriyelilere yönelik nefret geniş kitlelerce benimsenmişken buna sırtını dönmesini bekleyemezsiniz. Bu sadece milliyetçi, muhafazakâr, sağ basın için değil Sözcü hatta Cumhuriyet gibi gazetelerde de çok açık düşmanlık söylemini görebiliyoruz.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun da Suriyelilere yönelik nefret söylemine çokça tanıklık ettik…
Evet, bunun en önemli nedeni kendi kitlelerine karşılık verme ihtiyacıdır. Basın da bunu yapıyor. Erdoğan, bu konuda her ne kadar mutedil davransa, en azından söylemlerinde bunu açıkça ortaya koymasa da kendi kitlesinde var olan Suriyeli öfkesini gazeteler görmezden gelemiyor. Şunu da unutmamak lazım; bu gazetelerde çalışanlar da bu ülkenin insanları. Ülkedeki yaygın düşmanlıklar onlarda da mevcuttur.
Bu zamana kadar konuştuklarımızda ortaya koyduğunuz tabloda medya bir devlete bir de alıcısı olan kitleye bağlı bir durum söz konusu. Peki, bu yayın kurumlarında çalışan bir de biz gazeteciler, muhabirler var ve bu çalışan grup ne yapabilir? En azından nefret söyleminin daha aza indirgenebilmesinde nasıl bir rol oynayabilir?
Gazetecilerin konuyla ilgili çok uzun zaman çalıştım, bir sürü projede de yer aldım. Birçok ana akım gazetelerde atölyeler yaptım, eğitimler verdim.
Bunu ayrıca bir değişim gözlemliyor musunuz diye ayrıca soracaktım…
Şöyle, siyasi bir angajman içinde olmadığı sürece gazete ana akım bile olsa genelde çok cinsiyetçi dil üretebiliyor. Cinsiyetçi söylemle çok karşılaşırız. Bundan 10 yıl önceki, patronların elinde olan, ortanın sağında yer alan, bir takım milliyetçi klişeleri yeniden üretmeye çalışan, seküler, Atatürkçü, milliyetçi gazeteler; Hürriyet, Milliyet ve Akşam gibi ana akımdan bahsediyorum. Fakat bu anlamda bir ana akım da kalmadı ortada. O dönem bizim yaptığımız çalışmalar bazı sonuçlar da gösterdi. Örneğin, çok bilinen bir ana akım medya kuruluşunda yöneticisinden muhabirine kadar bir hafta boyunca atölye düzenledim. Üstelik bunu kendileri teklif etmişti. Bir haftanın sonunda manşetinden başlayarak içeriklerin tümünün değiştiğini gazeteni yayın sorumlusu; “Hocam, bakın şunu yapmadık, erotik çağrışımlı bir kadın fotoğrafı koymadık” diye gururla anlatmıştı. Fakat sonunda şunu da gördük, bir hafta sonunda gazeteni tirajları düştü. (gülüyor)
Burada sözünü ettiğim ana akım medya üzerinde çalışılabilir bir ana akım medyaydı. Çünkü ilişkisi temelde paraylaydı.
Tiraj nedeniyle mi bu içerikler üretiliyor? Yayının çizgisinde ısrar satın alan kitlesini de etkilemez mi bir süre sonra…
Böyle uzun süreli planlar yaptıklarını zannetmiyorum. Bir de bağlam ve koşullar çok değişti. Mesela, bugün tirajın çok büyük bir kaygı nedeni olmadığını görüyoruz. Havuz medyasındaki tüm yayın organlarının Milliyet, Hürriyet, Akşam da dâhil tirajlarının çok düşük olduğunu görüyoruz ama aynı manşetleri de atarak çıkmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla, tiraj ve para kaygısı olmadığını, para desteğinin nasıl olsa bulunduğunu ve asıl olarak iktidarın söylemlerini kitleselleştirmek gibi bir amaçlar bu gazetelerin çıktıklarını görüyoruz.
Bu tür bir medyada çalışan gazetecilerin atölyelerle, eğitimle, duyarlılıkla filan bir yere getirileceğine yönelik bir umudum yok. Profosyenel gazetecilik ortadan kalkmış durumdadır. Geçmişin o çok kötü, devlet söylemini üreten, çoğu zaman şiddeti özendiren, ayrıştıran Hürriyet gazetesi bile bugün daha mutedil, daha başa çıkılabilir, daha söylemleri analiz edilebilir duruyor. Bugün artık daha çok özellikle havuz medyasını saldırı amacı olarak görüyoruz.
Gazetecilerin duyarlılıklarını arttırmanın işe yaramayacağını düşündüğünüzü söylediniz ancak bu duyarlılıktan ziyade mesleğin icrasında kural olarak olması gerekmiyor mu? Dünyada karşılığı nedir örneğin?
Elbette, gerekiyor. Dünyada da çok farklı değil. İngiltere, Almanya gibi ülkelerde de en çok satan gazetelerin genellikle tabloid olduğu, kitlesel ve yaygın ana akım ve çoğu zaman sağda yer alan gazeteler olduğunu gerçeğini düşününce durum kesinlikle çok farklı değil.
Örneğin, bir kadın cinayeti haberini bizdeki gibi pornografik bir dille veriyorlar mı? Bunu Amerika’da görebileceğimi, mesela New York Times’ta görebileceğimi hiç sanmıyorum.
New York Times çok ciddi bir gazetedir. Ama The Sun’da görebilirsiniz. Almanya’da Bild gazetesinde de görebilirsiniz.
Peki, “ötekilere” karşı bu nefret söyleminin devlet politikasına bağlı geliştiğini kabul ettik. Kadına yönelik bu haber dilini neye bağlıyorsunuz?
Bunların hepsini aynı potada görmek gerekiyor. Yeni ırkçılık dediğimiz yeni bir olgu var. Yeni ırkçılık, cinsiyetçiliği içinde barındıran, erkek olan, sağda duran, şiddeti benimseyen ve teşvik eden bir yeni durumdur. Bir insanın hem feminist olup hem milliyetçi olabileceğine inanmıyorum. Milliyetçilik, eskiden bir etnik kimlikle özdeşleştirilen bir kavramdı ama artık cinsiyetle, dünyaya sağdan bir bakışla, şiddeti benimseyip özendirmekle çok ilişkili. Bu kavram hepsine yeni ırkçılık demek gerekiyor. Bunun içinde cinsiyetçilikte var. Cinsiyetçiliği, milliyetçilikten ayıramıyorum.
Nefret söyleminin doğrudan nefret suçlarıyla bağlantısı var mı?
Tabii. Nefret bir duygu değildir. Nefret, üretilmiş bir ideolojidir. İdeoloji de çoğu zaman söylemle üretilir. Eğitim sistemimiz, dini kurumların yaptıkları, iktidarda hangi parti olursa olsun devlet her zaman bu söylemi üretir. Dolayısıyla suçun altında yatan nedeni bu söylemler oluşturmuş olur. Örneğin, hayatında hiçbir trans bireyle tanışmamış olan birinin transfobik olması söylemin başarısıyla ilgili bir olgudur. Translarla ilk karşılaştığında da suç sayılabilecek bir eylem içerisine girmesi söylemle üretilmiş bir şeydir.
Fakat nefret söyleminin bir suç kategorisi olması gerekip gerekmediği konusunda tartışma biraz daha farklı. Nefret söyleminin genel olarak bir suç kategorisi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünmüyorum.
Neden?
En azından ceza kanununda bir cezai yaptırımı olması gerektiğini düşünmüyorum. Çünkü ceza kanunlarını üretenler aynı zamanda nefret söylemlerini üretenlerdir. Bu muktedirin üreteceği bir ceza kanunun ifade hürriyetine müdahale etmeyeceğinin garantisini kimse veremez. Türkiye’de nefret söylemine yönelik herhangi bir hukuki düzenlemede ilk mağdur olacakların nefret söylemlerine karşı olanların olacağını düşünüyorum.
Böyle olacak diye bir yanlışın sürdürülüşünü izlemek mi gerekiyor? Bunun sürdürülememesi için ne öneriyorsunuz?
Başka bir mücadele içerisinde olmak gerekiyor.
Ne gibi?
Bir kere yasaklayarak hiçbir şeyi çözemiyorsunuz. Fransa’da bunun kanunları var ama Fransız medyasında her zaman ırkçılıkla karşılaşabilirsiniz. İkincisi, Fransa aynı zamanda düşünce özgürlüğünün de kendisinden çıktığını, Fransız İhtilali’nden çıktığına inandığı için bu yönde de tartışmalar var. Çünkü her şey yorumlamaya bağlı olarak nefret söylemi olarak değerlendirilebilir. Bunun da ifade özgürlüğüne ilişkin çok ciddi sorunlar yaratabileceğine inananlardanım.
Gezi döneminde Erdoğan’ın açıkladığı Demokratikleşme Paketi’nde de nefret suçlarına yer verildi ve şöyle demişti; “Nefret suçları yasasıyla İslamofobinin önüne geçeceğiz.” Bakın bu çok korkunç bir şey. İyi ki o kanun çıkmadı. İktidara yönelik her eleştiriniz İslamafobi olarak sayılacaktı. Çıkacak olan herhangi bir kanunda cinsiyet ayrımcılığının, cinsel kimlik ayrımcılığının, Yahudiliğin, antisemitizmin, Ermenilere yönelik düşmanlık söylemlerinin yer alacağına inanmıyorum. Buna dair bir kanun zaten var. Halkı kin ve düşmanlığa teşvik etmek suçu var. Bu suç Ermenilere yönelik saldırıyı da kapsar. Bu ülkenin Ermeni vatandaşları hedef alınıyor ama bu kanun çalışmıyor. Benim ifade özgürlüğüme her hangi bir yaptırım getirecek bir düzenlemeyi de zaten istemem. Bunun yerine okullarda nefret söylemi ve ayrımcılık diye dersler konulabilir. Bu daha kolay ve daha kökten bir çözüm olacaktır.
Başörtüsü meselesi de nefret söylemi içerisinde girer mi? Başörtüsü de bir nefret objesi midir? Sosyal medyada son zamanlarda epey paylaşım da yapıldı. Bir de burada sosyal medyayı nasıl konumlandırıyorsunuz?
İktidar ya da muhafazakâr söylemin yazdığı gibi değil. Oradan bir mağduriyet öyküsü çıkarmaya çalışıyorlar. Bir mağduriyet de vardı. Başörtülü kadınların okula alınmadığı gibi korkunç bir dönemin içinden çıktık. Ama şu anda radikal küçük bir kesim dışında başörtüsü düşmanlığı olduğunu zannetmiyorum. Önyargı olabilir ama önyargı zaten her kesimde, her zaman vardır. Türkiye’de bir İslamafobi olduğunu da zannetmiyorum. Ayrımcılık teorik olarak büyük kimliğe yönelik bir şey değildir. Büyük kimliklerin, küçük kimliklere yönelik eylemlerinde görülür.
Örneğin, bir Kürt, “Türkleri sevmiyorum” dediği zaman elbette ayrımcılık yapmış olur ama bunu ayrımcılık kategorisine almak çok mümkün olmaz. Çünkü nefret söylemi ve ayrımcılıkları yaygın olarak muktedirle ilişkilendirmek zorundayız. Diğerini düşmanlık ya da cahillik olarak görebilirsiniz. Fakat ortada büyük bir Kürt kimliği ve küçük bir Türk kimliği olmadığı için ayrımcılık ya da nefret söylemi kategorisinde değerlendiremeyiz. Çünkü muktedir kimlik değil. Bu söylemler muktedir söylemlerdir.
Nefret söylemi ve nefret suçları aslında 2010 yılı itibariyle çok konuşulur oldu. Siz de bu anlamda birçok eğitim vermiş bir akademisyensiniz. Bu geçen 10 yıllık süreçte bir değişim gözlemlediniz mi? 2019’u geride bırakırken bu 10 yıl içinde belki dönemlere ayırarak iyiydi, kötüydü diye bir değerlendirme yapabilir misiniz?
90’larda çok ötekileştirici, şiddete özendirici korkunç bir dil vardı. Fakat 2000’li yıllarda ciddi bir gelişim gösterdik. Avrupa Birliği süreci, AKP’nin daha neoliberal ve Avrupa yanlısı politikalara yönelmesi, kendisini kitleselleştirmek için toplumun farklı katmanlarına selamlaması, toplumu çok sesli ve kültürel yapıya taşıması yanılgısı ciddi bir gelişimi yaratmıştı. O dönemde medyada çok olumlu bir hava estiğini gördüm. İkincisi, sivil toplum örgütlerinin çok ciddi bir bilinçlendirme süreci yaşandı. Akademisyenler ve gazeteciler konuya eğildi. Toplumda bir karşılığı oldu mu bilemiyorum ama medyada söylemsel bir dikkat görüldü. Benim gibi medyada nefret söylemi konusunda çalışanların en yoğun olduğu ve işini heyecanla yaptığı bir dönemdi. Atölyelerin, konferansların ardı arkasının kesilmediği, hiç aklına gelmeyecek ünlü yazarların ikna edilebildiği bir süreçti.
Bütün bu olumlu hava Gezi’den sonra yıkıldı. İktidarın, demokrasi ve çok seslilik dedik ama bu bize karşı işlemeye başladı, iktidarımızı tehdit eder noktaya geldi dediği noktada bütün bunlardan vazgeçtiği bir döneme girdik. 15 Temmuz darbe girişimiyle birlikte de iktidarın artık demir yumrukla bu ülkeyi yöneteceğim, kanun da benim, nizam da benim dediği bir sürece girdik. Dolayısıyla medyada bundan ciddi bir biçimde etkilendi. Özetle, benim gibi akademisyenlerin, bazı medya mensuplarının, sivil toplum kuruluşlarının, herkesin taş taş üstüne koyarak, özenle inşa etmeye çalıştığı çok da sağlam olmayan duvar, bir tekmeyle yıkıldı. En eskisinden de daha kötü bir durumda olduğumuzu düşünüyorum.
Peki, buradan çıkış nasıl olur?
İktidarın algı ve yönetim biçimi değişmediği sürece medyada da bir değişiklik olacağını zannetmiyorum. Uzun süre sarılamayacak yaralar açıldı. Bizden sonraki nesilleri de etkileyecek bir düşmanlık tohumu ekildi.
Medyanın bu kadar edilgen, bu kadar rahat savruluşunun nedeni nedir? Neden sağlam bir gazetecilik ortaya konmuyor?
Çünkü böyle bir geleneğimiz yok. Biz de medya zaten devletin eline doğmuştur. İlk gazeteyi padişah çıkarmıştır. Daha sonraki ilk özel gazeteyi de yine padilşah çıkarmıştır. Cumhuriyet döneminde de çıkan ilk gazeteler Cumhuriyet Halk Fırkası’na bağlı gazetelerdir. O gazetelerin yöneticileri Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yöneticileri, üyeleri ve milletvekilleridir. Daha liberal toplumlardaki gibi ticaretle ilişkilendirilmiş bir medyamız yok. Batıda medya tamamen devletten bağımsız, çoğu zaman burjuvazinin iktidara karşı bir aracı olarak ortaya çıkmıştır. Bu açıdan kötü ama bağımsızdır. Bizde böyle bir geçmişten söz etmek mümkün değil.
Artık 21. yüzyıldayız ve krallıklar, imparatorluklar yok. Bizim de medyamızın değişmesi gerekmez mi artık? Yoksa bu bir ütopya mı?
Hayır. Her zaman çok umutluyumdur. Bir yerde çok ciddi bir baskı varsa bilin ki aslında orada çok ciddi bir direniş vardır. Baskı direnişi yaratmaz. Baskıyı, direnişler yaratır. Ne kadar otoriter bir yönetim görüyorsanız bilin ki otoriter rejime karşı tehlikede o kadar büyüktür. Çünkü iktidarların, buna medyayı da katabilirsiniz, baskı oluşturmaya ihtiyaç duydukları bir koşul vardır. Ne kadar büyük bir şiddet, büyük bir baskı, büyük bir otoriterlik varsa orada her zaman bu otoriterliğe neden ihtiyaç duyuluyor acaba sorusunu da aklıma getiririm. Umutsuz değilim. Her zaman bir ilerleme olduğuna inanırım. Sosyal medya sayesinde insanlar birbirlerinden haberdar. Direniş alanları var. Sadece direniş yöntemleri değişti. Eskisi gibi binlerce insan sokağa çıkmıyor ama Twitter’da oluşturulan bir hastag ile iktidarda bir değişim, bir geri adım yaratabiliyorlar. Evet, çok karanlık bir dönem yaşıyoruz ama geçecektir. Bütün bu bilinçlenmenin bir karşılığı olmalı.