Haluk Levent, bir “kitle süsü”dür. Halkın değil; bu halk içindeki belli kitlelerin süsü… Kendine başka süsleri layık görenler için de tukakadır. Tapınç kültüründe insanı “olduğu gibi” kabul etme yoktur. Zira kitle, o süsü kendi eksiklerini tamamlasın diye var eder.
Salt biz değil, şu çiğ çağda yaşama talihsizliğine uğratılmış hemen hemen her dünyalı ‘gerçek’i sever. Gerçek bir hayat hikâyesinden uyarlanmış filmler, romanlara gösterilen hoşgörü, bol keseden dağıtılan coşkulu alkış, “uydurulmuş” (fiction) eserlerden esirgenir.
İşin tuhafı, gerçeği ne denli seversek sevelim, “hakikat”ten de o denli uzak durmayı tercih ederiz.
Çoğunluk bu iki “şey”in aynı olduğunu sansa da, öz itibariyle ve felsefi bağlamda ayrı, ama birbirine komşu kavramlardır. Çünkü “hakikat”, bizim “gerçek”in farkına vardığımız anda ortaya çıkar. Gerçek değişir, hakikat değişmez; olgunun (vâkıa) ve olayın (hâdise) kendisi olarak kalır.
Hani Baudelaire, “Sahici gezginler, sadece seyahat etmek için seyahat edenlerdir” der ya; bizler de az çok buna benziyoruz: Sevmek için seviyoruz! Ve şu günlerde bunun bir öznesi var: Haluk Levent.
BAŞKASINI YÜCELTTİKÇE YÜKSELDİĞİNİ SANMAK
Bu hastalıklı hal, yeni bir şey değil. İkinci Dünya Savaşı sonrasında dans ve seyahat arzusu, öyle bir düşkünlüğe dönüşmüştü ki, psikologların iştahı kabarmıştı. İnsanlar, tuhaf bir biçimde, gittikleri yerde kendilerini evinde hissediyor ya da hiçbir yerde evinde olamayacağı hissine kapılıyordu. Dansla özgürleştiğine inanıyor ya da özgürlüğün sandığı şey olmadığını kavrıyordu.
Fevkalade basite indirgenmiş bir şablon bu. İkisinin de ardında bir arayış ve kopuş arzusu var. Kendini bilmek ve kendi olmak fena zira.
O dönem seyahat “mekân deneyimleme”ye, dans da “zamana mim koyma”ya indirgenmişti. Arayış yahut kopuş arzusu sönümlenince, kendi enkazı altında kalıyor insan tabii. Bundandır ki, bu ocağın ateşi sürekli harlı tutuluyor.
Zamanla arayış keşfe, kopuş yeniden inşa yahut başka türlü varoluşa doğru evrilse de öz pek değişmedi: mutsuzluk daim kaldı.
İnsanlarda mutlu olma iştahı öyle kabarık ki, teskin etmek mümkün değil. İşte burada, başkasının başarısıyla, başkasının yapıp etmeleriyle özdeşleme devreye giriyor. O başkasını yücelttikçe kendi de yükseliyor adeta. Onu sevdikçe kendini seviyor.
BİLGİ GERİYE ÇEKİLDİ, SAHNE GÜÇ İLE GÜZELLİKTE
Antik kültürlerde insanlar kendilerinden güçlü, gizemli, görkemli şeylere tapmışlar. Uzunca süre değişmemiş bilgi-güç-güzellik üçgeni. Bundan birine sahip olmak tapınılır olmaya yetmiş.
Gerçeklikte değil, mitolojide de durum aynı. Mesela İskandinav mitolojisine göre bilendir dünyanın efendisi; doğanın sırları o bilene bahşedilir. Nitekim Odin, bilgiyi ayının ve kurdun pençelerinden, kartalın gagasından, baykuşun burnundan oluşan rünlere (büyülü sembol, saklı ilim) oymuştur. En kutsal bilginin bu hayvanlarla ilişkilendirilmesi, ilahi saygı ve önemi gösterir.
Bilgi, bugün hayli geriye çekilmiş ve sahneyi güç ile güzelliğe bırakmış vaziyette.
Buna mukabil insanın inanma ve tapınma ihtiyacı zayıflamış değil. Taş yontup cilalarken de geliştirdiği yapay zekâyla satranç oynarken de değişen bir şey yok. Kurtuluşu hep başkasında arıyoruz. Bir şekilde kendi çaresizliğimizi onaylıyoruz. Tapınç öznesine dönüştürdüğümüzü ne kadar seversek içine itildiğimiz halden o kerte sıyrılabileceğimizi düşünüyoruz. Yahut onun büyülü dünyasına katkı sunmanın tarifsiz hoşnutluğunu katıyoruz kuru ekmeğimizin arasına.
Eğer kişi birine/bir şeye yeterince inanırsa kendini yetersiz hissetmez; o inandığı onda eksik olanı tamamlar. Çünkü kişi kendini onun bir parçası olarak görür. Aidiyet biraz da böyle bir şeydir.
ORHAN GENCEBAY DA BİR SÜSTÜR, MÜSLÜM GÜRSES DE
Plaklar, kasetler, CD’ler, MP3’ler; stadyum konserleri, kabareler, türkü bar resitalleri; filmler yahut oyunlar; televizyon yahut radyo – hepsi sırasıyla yahut değil, bir fabrika gibi daima tapınç figürleri üretti.
Bu üretime katkıda bulunan hiç kuşkusuz başka disiplinler de var moda gibi, edebiyat gibi, futbol gibi… Ama şimdilik müzik odağında kalalım.
Köy eğlenceleriyle başlayan ve giderek belli bir yerleşik form kazanan şeyler, estetik ilgiyi de dönüştürdüler zamanla.
Madonna bir süstür mesela. Michael Jackson bir süs.
Orhan Gencebay da bir süstür, Müslüm Gürses de…
Siegfried Kracauer’in dediği anlamda bir süs – “kitle süsü”…
Bu süslerin taşıyıcısıdır kitle. O süsleri yaratır ve uygun bulduğu yere takar. Bu süslere belli anlamlar yükler. O anlamlar kabul gördükçe süs büyür. Süsün büyüklüğü onu taşıyanı giderek ezer. Süs, kendini taşıyan kitle kadar vardır yani. Kitle yok olunca süs de düşer.
Süs, kendi kendinin amacıdır. Ama kitle öyle değil. Kitle o süsle kendini güçlü, güzel hisseder. Bilgi tıkılmıştır tavan arasına yahut yüklükte bir kuytu köşeye…
Süssüz olabileceği aklına pek gelmez kitlenin. Süs ise nadiren umursar kitleyi.
Haluk Levent, bir “kitle süsü”dür. Halkın değil; bu halk içindeki belli kitlelerin süsü…
Kendine başka süsleri layık görenler için de tukakadır Haluk Levent.
Hakikati görmeyince, görmek de istemeyince başka bir manzara ile karşılaşmak nasıl mümkün olabilir ki…
Düğüm şurada: ‘Süs’leştirip taşıdığımız şey(ler)in de süslere ihtiyacı olduğunu unutuyoruz.
Bizim süsümüz Haluk Levent; Haluk Levent’in süsü ise aktivizm ve sivil toplum çalışmaları. Ama müziği değil.
Oysa müziğini bilenler için o hep aynı: Hiçbir zaman sadece bir rocker olmadı. 1998 senesinde yayımlanan hatıratı Kedi Köprüsü’nde ifade ettiği şekliyle o, “yeni halk müziği yapmak isteyen” bir sanatçıydı.
Öte yandan Haluk Levent’in müzik kariyeri dahi baştan sona bugünkülere benzer bir aktivizm ve sivil toplum dayanışmalarıyla dolu: İlk albümü Yollarda / Bu Ateş Sönmez’deki (1993) “Gökova” isimli parçada sadece Gökova ve Akdeniz’in değil, ülkedeki yeşil katliamına dikkat çekmişti.
Hatırlayalım; cezaevindeyken uzun saçlarını kesip Akkuyu’daki nükleer santral projesinin protesto gösterilerine yollamıştı.
1999 depreminin ardından İzmit’e koşmuş, bizzat çalışıp çadırlar kurmuştu; depremzedeler yararına konserler vermişti.
Saros Körfezi’ndeki İbrice Limanı’ndan İğneada’ya uzanıp Trans Trakya Petrol Boru Hattı Projesi’ne engel olmak için 13 kez bölgeye gidip kamuoyu yaratmaya çalışmış, orada verdiği 12 saat 5 dakikalık rekor konserle farkındalık yaratmıştı.
Ali İsmail Korkmaz Vakfı için, şehit polis memuru Fethi Sekin için, Alevi kültür dernekleri için konserler vermişti peş peşe.
Srebrenitsa katliamı için yazdığı şarkı 2010 yılı albümü Karagöz ve Hacivat’ta yer almıştı.
O kadar çok süsü var ki Haluk Levent’in; çevrecilik, insan hakları, sosyal yardım, toplum sağlığı vs.
GELENEKSEL SOL İLE GELENEKSEL SAĞ
Ama onu süsleriyle kabul edip yakasına yapışmış hukuk davalarını pişirip pişirip halkın (kitlenin değil) önüne koyarken, şüphe duyanlara da kızmamak lazım.
Moda deyişle şunu not düşelim yine de: Günümüz itibariyle Haluk Levent geçmişinde ona atfedilen tüm suçlardan beraat etmiş durumda. Kendi sözleriyle “34 icra dosyası ve 12 çek-senet davasının hepsinden” aklandı yani. Geçmişinde onanan ve cezaevinde çektiği iki cezası ise sadece karşılıksız çeklere istinaden…
Tabii benzer şekilde şu notu da düşelim: Haluk Levent 2007 yılında, Ayrılık (1998) albümünde yer alan “Hakim Amca”yı, düşünce suçları işlediklerinden hapse girdiklerini düşündüğü Recep Tayyip Erdoğan ve Eşber Yağmurdereli’ye yazdığını ifade etmişti.
Tekrarlıyorum: Recep Tayyip Erdoğan ile Eşber Yağmurdereli…
Yan yana durması/gelmesi mucizelere bağlı iki insanda bir payda bulmuştu: düşüncü suçu.
Haluk Levent’in Enver Aysever ve Okan Bayülgen’e verdiği mülakatlarda önemli ipuçları bulunuyor. Mesela 2013 yılında Aysever’e şunları diyor: “Geleneksel sol ve geleneksel sağın o katı kavramları bir yana atması gerekiyor. Ben sağ ve sol kavramlarının birbirinin içine geçtiğini düşünenlerdenim.”
Bir sene öncesinde, 2012’de de şunları söylüyor Haluk Levent: “Bir insan, Filistin’den bahsedip, aynı zamanda 1 Mayıs’a gidemez gibi görünüyor. Yani, Filistin’i, Bosna’yı İslamcı kesim sahiplenmiş, şehitleri, sınırları ya da milli güvenlik meselelerini milliyetçi kesim sahiplenmiş, işçi sınıfını ve mücadelesini sol kesim, Kürtlerin kendilerini daha iyi ifade etmeleri ve daha sorunsuz hale gelmelerini Kürtçü kesim, laikliği de sadece kendini Atatürkçü diye ifade eden insanlar sahiplenmiştir. Bu kamplaşmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Yani, doğruları ortaya koyabilmek, birbirimize tahammül edebilmekten geçer. Bu nedenlerle ben politik duruşumdan kaygı duymuyorum, ne hissediyorsam onu yaşıyor ve müziğime onu yansıtıyorum.”
HAYAL KIRIKLIĞI VE KOPUŞ
Görüyoruz ki, insan kitle süsü olunca, onun da taşıdığı süsler kendinden ağır kalınca, terazinin dengesi bozuluyor.
Burada şu nokta mühim: (Sırtımızı Kracauer’e dayayarak söylüyorum) Soyutluk gibi kitle süsü de çiftdeğerlidir. Rasyonalitesi insanın yitip gitmesine imkân vermeyecek tarzda indirger; bir yandan da en asli, hatta öz ve dahi sahih yanı açığa çıkarır.
Haluk Levent’in kendi süsleri dikkate almayalım. Ama bizlerin ona yüklediği süsler ise ciddi…
Tapınç kültüründe insanı “olduğu gibi” kabul etme yoktur. Zira kitle, o süsü kendi eksiklerini tamamlasın diye var eder.
Temel mesele ise ona yüklemediği anlamları, eylemleri fark/idrak ettiğinde yaşanır: Hayal kırıklığı ve kopuş!
Yani hakikat can yakar!