Tasavvuf nasıl ‘moda’ oldu: Tasavvufun arka bahçesinde oynanan oyunlar

Bir ara Elif Şafak’ın 'Aşk’ı ellerden düşmüyordu. 'Aşkın Gözyaşları' bir yılda 200 baskı yapınca, Sinan Yağmur Forbes’ın En Çok Kazanan Yazarlar sıralamasında ikinci sıraya yerleşmişti. Sonra sosyetenin umre ziyaretleri, tasavvuf giyim kültürü, derviş çeyizi 'moda' oldu. Derken birdenbire 'cazibe'lerini yitirdiler. Tüm bunlar üretilmiş şeyler miydi? Bir toplum mühendisliği harikası mıydı?

BERKE KAYA 20 Ağustos 2023 KÜLTÜR

Fotoğraf: Murat Düzyol / DepoPhotos

Tasavvufun araçları, her zemine uygun ve esnek olduğu için günden günde daha çok ‘kullanıl’makta… Oysa bu, tasavvufa dair anlam ve önem dairesinin tamamen kaybolmasına yol açıyor.

Peki, bu süreç nasıl okunmalı? Hakikat denizinde boğulmadan yüzme öğrenilebilir mi? Günümüz dünyasının toplumsal koşullarında “tasavvufî sosyoloji” ne ölçüde mümkün?

Tasavvuf nasıl ‘moda’ oldu yahut olduruldu?

Biraz düşünelim mi?

 

Farklı dinler ve manevi yaklaşımlar

Tasavvuf denilince akla genellikle İslam Tasavvufu gelir. Ben durumun biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum. Bugüne dek meseleye hep “farklı dinler” çerçevesi içinde çözüm bulunmaya çalışıldığı için farklı din anlayış ve yorumlarındaki tasavvuf benzeri yaklaşımlar göz ardı ediliyor. Oysa Hindu, Musevî, Hıristiyan vb. yönelimlerde de benzer anlayışlara rastlamak mümkün.

Nitekim günümüz Musevî anlayışı, yaklaşık yedi yüz ‘tarikat’ içermekte; Katolisizmde[1] Papalık seçimleri Hıristiyan tarikatları arasındaki rekabet üzerine inşa edilmiştir mesela. Aynı durum Ortodokslar için de söz konusudur.

Sosyolojik durumlarda karşılaştığımız ve bütün inanç sistemleri açısından ortak gibi görünen yapının gramerini ve sentaksını anlayabilmek için sanırım “farklı dinler” algısından vazgeçmek ve aynı manevî anlayışın, zaman içindeki farklı yorumları ve dönüşümlerinden hareketle, ortaya çıkan görünümlerin birbirleriyle yüzeysel benzeşimlerinden değil, o görünümler arasındaki farklılaşmaların benzerliklerinden hareketle konuya bakmak gerekmektedir. Zira her manevî yaklaşımın bir resmî ve akademik doktrini, bir de uygulamada problemlerle bizzat karşı karşıya gelinen fiîlî yanı vardır.

 

Her dinde tarikler var

Her tanıma (irfan) olgusu üç aşama içerir; bunlar ef’alî, sıfatî ve zatî aşamalardır. Örneğin, bir kimseyi ilk defa gördüğünüzde, onun olaylar ve durumlar hakkındaki tepkilerine bakarak tanımaya çalışırsınız; bu tanıma biçimi o kişinin fiîlî davranışlarının çözümlenmeye çalışılması yoluyla olur ve ef’alî tanımadır. Daha sonra o kimse ile irtibatınız devam ettikçe, onun nitelikleri (vasıfları) ilginizi çekmeye başlar ve o nitelikler üzerinden tanıma işlemi ortaya çıkar; bu sıfatî tanımadır. Daha da iyi tanıyıp o kimse ile dostluk kurma durumuna geldiğinizde artık onun fiilleri ya da nitelikleri değil, kendisi sizin için önem kazanmaya başlar, artık o kişinin fiilleri ve nitelikleri sizin dikkatiniz altındadır, ama kendisine verdiğiniz önem bütün diğerlerini aşar. Bu da zatî tanımadır.

Ef’alî tanıma, sıfatî tanıma ve zatî tanımayı kapsamaz. Sıfâtî tanıma, ef’alî tanımayı kapsar, zatî tanımayı kapsamaz. Zatî tanıma ise, sıfatî ve ef’alî tanımaları kapsar.

Görülmektedir ki bütün din anlayışları altında tarikler (yollar) vardır. Bu tarikler günümüzdeki yaklaşımlar açısından bakıldığında adeta birer ekol (mektep) görünümü verirler.

Konuyu daha belirgin hale getirmek için, son devrin büyük velîlerinden Pak Muhammed Ali Özkardeş’in Süreyya Divanı’ndaki sözlerine müracaat yerinde olacaktır:

 

“Ruh-u ilâhî ile zinde olan bu ekmel insan ilâhî âleme rücu devletinden dolayı sözü ve icrası Cenab-ı Hakk’a muzaftır, yani Hz.Abdülkadir Geylanî’nin kurduğu Kadiri tarikatı beşerî bir teşebbüs değil ilâhî emre müstenit bir hareket ve ilâhî âleme rücu namzetliğinde olan yani hakiki ve muhles kul olacak insanları Hakk’a götürmek için ilâhî bir mekteptir.”[2]

 

Tariklerden kiminde zatî, kiminde sıfatî kiminde de ef’alî yaklaşım ağırlık kazanır. Bu noktada, “farklı dinler” bakış açısından ayrılarak meseleye bütün dinlerin aslında tek din oldukları zaviyesinden bakmak daha berrak bir görüş sağlayabilir. Şöyle ki, İlk peygamber Hz. Âdem’den Hz. Musa ve Tevrat’a kadar din Allah’ı fiilleri ile yani ef’alî olarak algılatmıştır. Hz. Musa’dan Hz. Muhammed’e kadar algı Allah’ı nitelikleri ile algılama üzerine bina edilmiştir ki, bu durum sıfatî bilme biçimidir. Hz. Muhammed ile birlikte din algısı Allah’ın zatını tefekkür esasına dayalıdır, bu da zatî bilme biçimi olsa gerektir.

 

Tevrat ve İncil’e aşina olan kültür erbabı

“Farklı dinler ve farklı o dinlerin peygamberleri” diye bir durum olmadığı, ayrılık gibi görünen hususların, esasen, bir olan “Allah Dini”nden hareketle bir meşrep ve anlayış çeşitlemesi halinde yansıması olsa gerektir. Burada ayrıntılarını belirttiğimiz tek din hususu, Kuran’da, birçok ayette bildirilmektedir. Ehl-i kitaptan bazılarının, kendi çıkarları uğruna ayrışmayı körükledikleri Âl-i İmran Suresi 33 – 69 ayetleri arasında açıkça ifade edilmiştir.

Ayrıca, Ehl-i kitap kavramını bu güne kadar algılanmış olandan daha geniş bir kavrayış ile anlamaya çalışırsak konu daha da berraklaşabilir. Ehl-i kitap ifadesi sadece Tevrat ve İncil’e aşina olan kültür erbabını değil, şu ya da bu biçimde, zihinlerinde derli toplu hale getirilmeye değer ilhamlar oluşma istidadı gösteren bütün insanlar biçiminde yorumlandığında, anlayışın tümüyle değişebileceğini görmemiz mümkün olacaktır. Zira günümüzdeki daraltılmış anlamıyla dahi, bütün kitaplar bir Kitaplar Kitabı’nın ve bütün yazarlar bir Yazarlar Yazarı’nın kendilerinde yansımasıyla gerçekleşir.

Yazarlar yazarının imzası ve işareti de insandır. Böylece her kitabın içerdiği metin o kitabın yazarında (auteur) kaynağını bulur ve yazarıyla irtibatlıdır. Ve yazar o kitabın yazarı olduğunu işaret eden imzası ile yetkinlik (autorité) kazanır.

 

Başlangıçta kelâm vardı

Hemen yukarıdaki başlık Tevrat’ın ilk cümlesidir. Bu sıradan, anlamı muallak bir önerme değildir. O halde din ve maneviyat idrakinin dil ile birlikte ortaya çıktığını ve dilin kelâm düzeyi ile paralel yürüdüğünü düşünebiliriz.

Bugün antropologların verdiği bilgiler doğrultusunda dilin yaygın kullanımı ile gelen dönüşümün 120 bin yıllık homo sapiens tarihinin son 60 bin yıllık bölümünün başlarında vuku bulduğunu söyleyebilmemiz mümkündür.

Antropoloji bize, o dönemde, dünya üzerindeki homo sapiens nüfusunun bin civarına kadar düştüğünü söylemekte. Bu dönemden sonra, insanın, nasıl olduğunu bilemediğimiz bir biçimde, edindiği kelâmı, dil formları içinde, sosyal etkinliği kurgulayacak ve yaşamı tasavvur edecek şekilde kullandığını tahmin etmemiz yanlış olmaz. Zira homo sapiens türü yeniden çoğalmaya, dünyasını ve yaşamını, bu meyanda doğayı ve dünyayı da tasarlayarak dönüştürmeye başlamış, günümüzde bir androsfer (kırsal yerleşim ve şehirler) oluşturacak düzeye getirmiştir.

Bu akışta dil, kelâm, söz ve lisan düzeylerinde kendisini göstermiştir. Kelâm, Claude Lévi-Strauss’un “mitlerin seri hikâyelere dönüşmesine dair” incelemesinde bulguladığı gibi, seri hale gelmeye başladığında söze (parole) dönüşür, sözün gramer, sentaks ve semantik doğrultusunda örgütlenmesi de lisanı oluşturur. Bir diğer ifade ile söylersek, anlam sınırlarına sığmayan ve her türlü sınırı yok sayarak aşan kelâmın nizama (order) getirilmesi problematiği din ve maneviyat idrakinin ta kendisi olmuştur.

O halde, tasavvuf “kelâmın nizama getirilmesi” problematiğinin, dinî terminolojiyle, “Âdem’den bu deme” ya da daha seküler bir deyişle, dilsel yaşamın başlangıcından bu güne, insanın günlük yaşam düzeyini saflaştırarak zihinsel orijinlerine yakın tutma ve yabancılaşmayla mücadele etme çabasının ve yaklaşımının genel adıdır, diyebiliriz.

 

Maneviyat tecrübesi

Kanım o ki, son dönemlerdeki tasavvuf modasının, yukarıda çerçevesini çizmeye çalıştığım olgu ile ilişkisi oldukça sorunlu. Zira gerek Elif Şafak, gerekse Sinan Yağmur’un yazdıkları yukarıda sözünü ettiğim kelâmın sınır tanımaz duruşu ile nizamın hayatı ve hayatiyeti kapsayan iktidarı arasındaki ontolojik zıtlaşmadan ziyade, kendi zihinlerindeki aktüel problemleri aşmaya yönelik bir çaba gibi geliyor bana.

Elif Şafak Aşk’ta, ciddi ve eserlere dayalı bir yapıdan ziyade, Hazreti Mevlânâ hakkında son dönemde ortaya atılan çoğu temelsiz iddialar üzerine kurulu bir bütün oluşturmaya teşne görünüyor.

Sinan Yağmur’un eseri daha ciddi araştırmalara dayalı olduğu halde, yazarın ulema-i rüsum[3] bilgisi ve akademik tasavvuf bilgisinden daha ileri bir maneviyat tecrübesinin olmadığını düşündürdü bana.

Elbette bu yazarlar belirli bir hedef kitleye yönelik tavır almaktalar. Böyle yaptıkları için de suçlanamazlar. Ancak, ne olursa olsun, her iki eserde de Şehbenderzade’nin Amak-ı Hayal’inin niteliklerini bulabilmek mümkün görülmüyor. Şunu kabul etmek gerekiyor ki, gerek Aşk gerekse Aşkın Gözyaşları modayı tetikleyen değil oluşan modanın ardından ortaya çıkan romanlar…

Modanın doğal sonucu “din turizmi”, “tasavvuf giyim kültürü”, “derviş çeyizi” vs. bazı kavramların ya uydurulmasına ya da anlamının değiştirilerek sunulmasına varmıştır. Oysa örneğin, “din turizmi” ve “tasavvuf giyim kültürü” kavramları uydurma kavramlardır. Aynı dönemde tekke musikîsinin de CD’lere kopyalanıp ticarîleştirilmesi hayli olağan geliyor bana. Bu tavır, her Ramazan ayında gazetelerin kupon karşılığı, Kur’an çevirileri ve İlmihal kitapları vermelerinden, Hacc mevsiminde Kâbe’ye seyahat düzenlemelerinden, hacı kıyafetleri satmalarından ya da Kâbe’nin hemen dibinde devasa otel kompleksleri inşa edilmiş olmasından daha değişik görünmüyor.

Bu durumda şarap firmasının da yeni ürününü pazarlamak için pembe tennure giydirdiği bir semazen döndürmesine şaşırmamak lazım. Zira ne orada dönen semazen, ne de şarap firması semanın Allah’ı zikretme ayini olması keyfiyetini, gereken dikkati vererek, göz önünde bulundurduklarını sanıyorum. Söz konusu olan, içi boşaltılmış bir tasavvuf görüntüsünden, bir simülakrdan[4] ibarettir.

 

Masklardan kurtulma çabası

Derviş çeyizi kavramı biraz daha farklı pek tabiî… Tasavvuf erbabının, bulundukları dönemlerin en sade ve gösterişten uzak giyim tarzını benimsemeleri, kendilerinin daima bulunduklarını hakkel yakîn[5] bildikleri, Allah huzurunda tevazu ve rıza duyguları içinde olmalarının olağan sonucudur. Bu tür bir giyim tarzı dervişanda da yansır. Onlar da kendilerini dünya ve yaşam kavrayışında rüşt seviyesine ulaştırmakla görevli mürşitlerini örnek alarak giyinirler. Zira onlar için mürşit, kelâmın ve nizamın vücud bulmuş halidir.

Zaman içinde, bazı tarikler, kendi içlerinde, zikre dayalı özel ritüellerindeki kılık ve kıyafetleri belirli standartlara tabî kılmışlar ve bunlara, insanın Allah’ın hayâli olduğuna dair bir özdeyişi yorumlayarak, “derviş çeyizi” adını vermişlerdir.[6] Aslına bakılırsa, dervişlik de bir tür persona (mask)[7] durumudur. Dervişlik hakikat arayışında yol bulma maskı olarak telakkî edilmektedir. Oysa bu maskın ardında olan kimse dervişlik maskı da dâhil bütün masklardan kurtulma çabası içinde olmak durumundadır. Nizamın çerçevesinden kelâmın sonsuzluğuna akmaya adaydır. Amaçlanan kelâm tadı en ağır mask yükünü taşımaktan geçmektedir. Kimlik hapishanesindeki cendereden en ağır kimlik baskısına maruz kalmadan kurtulmak ve özgürleşmek mümkün değildir. Mutasavvıflar tarafından ahsen’ül kasas olarak nitelenen Hz. Yusuf kıssasının anlattı bu çileli yükü kaldırabilmek her kişinin harcı olmuyor elbette. [8]

Toplum mühendisliği çabaları

Ne ki, birkaç yıl öncesine kadar yaygın görülen bu tip eğilimler, bazı kesimler için mevcut iktidar hegemonyasına hoş görünerek, mikro iktidarlarını perçinlemek, en azından güçlerini güvenceye almak saikiyle meydana çıkmış olabilir. Hatta küresel neoliberalizmin harekât merkezleri tarafından (Ilımlı İslam, Büyük Ortadoğu Projesi ya da başka adlarla) ortaya konan siyasal programlar tarafından pazarlanan algılar ve toplum mühendisliği çabaları olmaları bile mümkündür.

Ancak, bütün moda takipçileri gibi, bu modayı da izleyenlerin arkalarında ciddi bir kültür ve eğitim olmadığından, mesele, çoğunlukla, modadan öteye geçememiştir. Modaya paralel hareket edenlerin arasından az sayıda kimse bağlanmayı kabul edebilmiş ve işin derinlerine doğru bir yolculuğa çıkma gayretini gösterebilmiş ise de, çoğunluk işin biçimsel ve yüzeysel yanında kalmayı tercih etmiştir. Nihayet, personadaki maskın anlamına ulaşmanın modalarla olamayacağı anlaşılınca, bütün modalar gibi, tasavvuf modası da miadını doldurmuş, toplum için sıkıcı hale gelmeye ve aktüel sorunlarına çözüm olmaktan çok, bir kaçış maskesi işlevi gördüğü anlaşılmaya başlamıştır. Üstüne üstlük, ülkemizde yaygın bir İslâmî cemaatin içinde işleyen bir takım baskı ve ikna zorlaması kurallarının da tasavvuf kisvesi altında sunulup suiistimale yol açtığı görülünce, maske olma durumu şüphe bırakmayacak biçimde ortaya çıkmış, büyü bozulmuş, tasavvuf modası başladığı hızla sona ermiştir.

 

[1] “Evrenselcilik” anlamına gelebilen kelime; malûm, Katolik kilisesi evrensel kilisedir.

[2]Divan-ı Süreyya, Ell Hacc Hüseyin Vedad Beyefendi tarafından düzenlenmiş 2. Baskı 1998 s. 10

[3] ulema-i rüsum: Merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen, fakat hakiki âlim olmayan kimseler. Zâhirî ulema da denir.

[4] Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon (2010) isimli kitabında, simülakr sözcüğünü, “bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm” şeklinde tanımlan.

[5] “Gerçek varlık, doğru hüküm” anlamındaki hak ile “gerçeğe uygun kesin bilgi” anlamındaki yakīn kelimelerinden oluşan terkip, “iç duyu veya iç tecrübe yoluyla ulaşılan ve kesinlik bakımından en son merhaleyi teşkil eden doğru bilgi” diye tanımlanabilir.

[6] Mevlevî dervişlerinin Sema ayini sırasında giydikleri sikke ve tennureler bunun önemli örnekleridir. Bazı tariklerde dergâhın içindeki görevlere ve mertebelere göre de giyim kuşam tarifleri yapıldığı bilinmektedir

[7] ‘Persona originally means “mask” and it is through the mask that the individual acquires a role and a social identity’ (Agamben Giorgio 2009 c: 71).

[8] Nurhan Atasoy’un Derviş Çeyizi – Türkiye’de Tarikat Giyim Kuşam Tarihi adlı eseri, derviş kıyafetlerinin şekilleri ve anlamları hakkındna önemli bir kaynaktır.

 

Takip Et Google Haberler
Takip Et Instagram
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com