“Bunlar” dedi, “sahipsiz televizyonlar... 15 Temmuz’daan sonra elimizde kaldı. Darbeden önce satın alıp, evlerinin adresini verip, faturasını alıp giden, şu şu tarihte de evime gelsin kurulumu yapılsın diye bırakılan televizyonlar."
Ankara’nın ‘en belalı’ mafyası Ayhan Bora Kaplan tutuklanınca ortaya saçılanlara şaşırdınız mı? Mafya-polis-yargı mensupları arasındaki ilişkilere… Rüşvetler, adam kaçırmalar, tehditler, dosya kapatmalar, lüks hediyeleşmeler (öyle kol düğmesi filan değil, villa, lüks araç kabilinden) ve daha bir sürü şey.
Ortaya dökülenler arasında bir şey beni diğerlerinden daha çok etkiledi. Can acıtan, yaşadığım ülkeden ve ülkedeki adalet sisteminden umudumu kesmemize neden olacak bir şey. Haber şu:
Gazeteci Seyhan Avşar’ın “emniyet kaynaklarından aldığı bilgilere” göre, meğer Ayhan Bora Kaplan, emniyetteki “dostalarının” verdiği adres bilgileri ve istihbarat üzerine, 15 Temmuz’dan sonra Gülen cemaati mensuplarının haklarındaki davalar, soruşturmalar ve hapis tehdidi nedeniyle evlerini barklarını kilitleyip yurtdışına göç etmek zorunda kalan insanların evlerine girip yağmalıyormuş. Hem de ne yağma: Kasalardaki paraları, yastık altındaki altınları, kumbaralardaki kuruşlara kadar… Pahada da yükte de “ağır” ne varsa, yüklenip götürüyormuş.
Gazeteci, West Gate isimli lüks rezidanstan da örnek veriyor. “Oradaki bir daireden 100 milyon dolar kaldırdı” diyor. “Ganimet” diyor. “Kaçak fetöcülerin” malları diyor.
Mafyanın çöktüğü evleri yağmalamasının haberini verirken bile, hukuksuzluktan kaçanları “teröristlikle” yaftalamayı da ihmal etmiyor, gazeteci. Neyse, konumuz gazeteciler ve gazetecilik değil. Ona da geliriz, bir gün…
O lüks rezidansı yapan müteahhidin de Türkiye’deki hukuksuzluktan kaçıp yurtdışında yakalandığı koronavirüs nedeniyle yaşamını yitirdiğini aktaralım bu arada. 100 milyon dolar çıkan ev ona mı aitti bilinmiyor ama yaşasa yaptığı binaya dadanan “yağmacılar ordusu” karşısında ne hissederdi acaba?
Kronos’ta okuduğum bu haber bana bir şeyi hatırlattı.
Bir dönem, bir teknoloji mağazasında işe girdim. Dünyanın en büyük televizyon üreticisi ve satıcısı firmalardan birinin elemanı olarak, Türkiye’de sayısız şubesi bulunan bir mağazada televizyon satacaktım.
SATILMIŞ, ADRESİ BELLİ TOZLU KUTULAR…
Ankara’nın merkezinde, şehrin en çok televizyon satışı yapılan mağazasında işe aldılar beni. Ben dahil, yüz binlerce insanın hayatını bir gecede değiştiren o meşum 15 Temmuz’dan 3 yıl sonraki bir tarihten bahsediyorum.
Siyah tişörtü çekip, yakaya isimliği astıktan sonra mağazaya girdim. İlk günüm olduğu için firmanın elemanları bana televizyonları tanıttılar, nasıl satacağımı anlattılar uzun uzun. Müşteriyi en iyi “nasıl yakalayacağımı”, rakiplerin televizyonları için gelenleri nasıl “çevireceğimi”, büyük inç’li televizyon satmamın ne kadar mükemmel olacağı vs… Neyse, mağazanın görünen kısmının dışındaki depo kısmına da götürdüler beni. Orada televizyonlar, mutfak eşyaları, kısaca bir teknoloji mağazasında gördüğünüz her şeyin yedekleri vardı. Vitrinde satacağım televizyonların yedekleri orada, sıra sıra dizilmiş, açılmamış kutularda. Diğer firmaların televizyonları da orada, herkesin yeri belli.
Ben depoyu incelerken, benim ve diğer firmaların satacağı televizyonların dizildiği kısmın girişinde, hemen sağda, yanyana dizilmiş çoğu “büyük televizyon” olan kutular da dikkatimi çekti. Paraları ödenmiş, irsaliyeleri, satış ve adres bilgileri üzerlerine yapıştırılmış en az 10 tane televizyon. O günün şartlarında sattığımız en pahalı televizyonun 20 bin TL civarında olduğunu düşününce, oradaki en ucuz televizyonun 6-8 bin civarında olduğunu söyleyebilirim. En üst modeller. Kutular belirgin biçimde tozlanmış, irsaliyeler tozdan görünmez olmuş neredeyse. “Bunlar nedir” diye sordum. Firmanın temsilcisi “Bilemiyorum ki, satılmış ama burda duruyorlar aylardır” dedi, “istersen mağaza personeline sor, onlar bilir.”
‘BUNLAR SAHİPSİZ TELEVİZYONLAR’…
Öyle de yaptım. İyice alışıp, televizyon satmaya başladıktan, mağaza personelini de yakından tanıdıktan sonra, bir gün o depoda “tüm televizyoncular” hep birlikte sayım yaparken, “Ya şu televizyonlar neyin nesi?” diye sordum. Biz firma temsilcilerinin başında bulunan kıdemli mağaza çalışanı, önce bir süzdü şöyle, sonra güvenli olduğuma kanaat getirmiş olacak ki anlatmaya başladı…
“Bunlar” dedi, “sahipsiz televizyonlar.”
Nasıl yani, televizyon nasıl sahipsiz olur, adresi, irsaliyesi varken hele?
Devam etti:
“15 Temmuz’daki darbe girişiminden sonra bu televizyonlar elimizde kaldı. Darbeden önce satın alıp, evlerinin adresini verip, faturasını alıp giden, şu şu tarihte de evime gelsin kurulumu yapılsın diye bırakılan televizyonlar. 15 Temmuz’dan sonra bunların belirtilen tarihleri geldiğinde arandılar ama telefon kapalıydı, ya hiç ulaşılmadı, ya da aranan adreste öyle birinin yaşamadığı söylendi. Televizyonlar da böylece kaldı elimizde. Mağaza müdürü saydırdı, belirledi tek tek not aldı, buraya dizdirdi. Kaybolmasınlar diye de kameranın göreceği noktaya koydurdu. O gün bugündür duruyorlar.”
Bir 15 Temmuz mağduru olarak elbette bu hikayeye dikkat kesildim, diğer çalışanların aksine. “Kaçıp gitmiş şerefsizlerin televizyonlarını biz alsak ya” diyen Çinçin çocuğu elemanın bet sesini bastırıp, “Peki, bu sadece bu mağazaya mı özel yoksa başka mağazalarda da durum böyle mi?” diye sordum.
Onu da anlattı: “Ankara’daki hemen hemen her mağazada benzer şey yaşandı. Kiminde az kiminde çok ama her mağazada muhakkak birkaç televizyon bu şekilde bekliyor.”
Belki yeni ev kuracak bir gelin-damat, belki evini yenileyen bir aile, belki West Gate’e taşınacak bir iş insanı, belki ofisine, işyerine, fabrikasına, hastanesine, yurduna, okuluna televizyon almış yöneticiler, iş insanları…
15 Temmuz’la hayatları alt üst olurken, elbette teknoloji mağazasında “kalmış” televizyonu düşenecek halleri kalmayacaktı. 100 milyon dolarlık servetlerimi dahi almadan bu hukuksuz düzenden canlarını kurtarmaya çalışanlar, 10-15 bin liralık televizyonu mu düşünecekti?
‘GANİMET’ GELENEĞİ…
Yağmalanan evler, çökülen mallar, batırılan şirketler, içleri boşaltılan devasa holdingler. Geçmişte bu ülkede nasıl Yahudilerin, Rumların, Ermenilerin mallarına çöküldüyse, cemaat mensuplarının mallarına da aynı şekilde çöküldü. Kimi Ayhan Bora Kaplan gibi, adrese soyguncu gibi girip yağmaladı, kimi resmi sıfatıyla şirket yönetimine geçerek içini boşalttı, kimi de yüksek bedellerle yapılmış gözüken işlerle.
O televizyonlara ne oldu bilmiyorum. Bu şekilde Türkiye genelinde kaç mağazada kaç kişinin malı kaldı onu da bilemiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki “mala çökme” bu topraklar epey eski ve güçlü bir gelenek. Bunu mafyanın yapmasıyla siyasetçinin polisin hakim savcının yapması arasında fark yok. Hepsinin tek ve geçer sebebi var: “Düşmanın malı helaldir, ganimettir.”
Düşman yoksa, “üretilmesi” şartıyla…