Bahçeli DEM açılımını Erdoğan sonrası dönem için mi yaptı?

Önceki müesses nizam ABD'yle ilişkilerin "tepetaklak" olmasının asıl müsebbibi gördüğü "1 Mart tezkere kazasını" düzeltecek, Erdoğan sonrası dönemde küllerinden yeniden doğmayı temin edebilecek, yirmi yılda bir gelecek cinsten bir fırsatın doğduğunu düşünüyor olabilir mi?

ÖMER MURAT 11 Ekim 2024 HABER ANALİZ

MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Meclis’te DEM Eşbaşkanı ve diğer milletvekilleriyle beklenmedik bir tokalaşma gerçekleştirmesi yeni bir çözüm sürecinin başlayıp başlamayacağına dair soruları gündeme getirdi.

Oysa bu hafta eşzamanlı olarak “sahada” yaşanan gelişmelere baktığımızda iktidarın Kürt meselesine yönelik bir değişime hazırlandığını gösteren bir durumla karşılaşmıyoruz. Hatta aksi istikametteki gelişmelere şahit oluyoruz.

Yargıtay 3’üncü Ceza Dairesi Selçuk Mızraklı’ya verilen hapis cezasını onadı, halbuki daha önce bu kararı bozmuştu, Mızraklı’nın siyâsî kişiliği de göz önüne alındığında gerçekten bir çözüm süreci olsaydı Yargıtay’ın önceki kararında direnmesi gayet yerinde bir adım olabilirdi, ama öyle olmadı.

Diğer yandan Iğdır’da emniyet ekipleri 9 yıl önce 13 polisin şehit olduğu bombalı terör saldırısıyla ilişkili olarak DEM İl Başkanının da arasında bulunduğu 8 kişiyi tutukladı. Polis ayrıca DEM Parti il binasına giderek bulunduğu sokağı trafiğe kapatıp arama yaptı. 9 yıl önce gerçekleştirilen bir terör olayının kanıtlarının bugün DEM’in binasında çıkma ihtimali düşüktür, burada DEM’i bir parti olarak PKK’yla doğrudan ilişkilendirmeyi amaçlayan bir yaklaşım güdüldüğü açıktır.

Bir başka dikkat çekici gelişme ise DEM’in 13 Ekim’de Öcalan’ın tecridini protesto etmek amacıyla Diyarbakır’da düzenleyeceğini duyurduğu mitingin valilik tarafından yasaklanması, hatta valiliğin 5 gün süreyle eylem yasağı kararı alması oldu. 2013’te çözüm süreci hatırlanacağı üzere Öcalan’ın mektubunun Diyarbakır’da bir mitingle halka okunmasıyla başlamıştı.

Bu tenâkuzu nasıl anlamalıyız? Bahçeli’nin ânî hamlesinin gerçek hedefi nedir? Pek çok yorumcu bunu Erdoğan’ın seçim stratejisinin göbeğine yerleştirdiği anayasa değişikliği süreciyle ilişkilendiriyor, DEM’in Cumhur ittifakına bu konuda destek vermesinin amaçlandığından bahsediyor.

Bana göre bu çok gerçekçi değil… MHP ve DEM’in aralarındaki farklılıkları sona erdirerek birlikte bir anayasa yapma ihtimali yok denecek kadar azdır. Eğer mesele anayasa değişikliği olsaydı Bahçeli’nin açılımı CHP, İYİ Parti ve diğer küçük sağ partilerle sınırlı kalırdı. Bu partilerin toplam vekil sayısı bir anayasa yapmak için yeterli seviyede… Siyâsî görüşleri DEM’le kıyaslandığında MHP’yle de pek çok açıdan benzerlikler taşıyor.

Burada iktidarın başka bir hedef güttüğü anlaşılmaktadır. Bahçeli’nin hamlesinin Ortadoğu’da İsrail ve İran arasında büyük bir savaşın her an alevlenme ihtimali yükselmişken yaşanması bir tesadüf değildir.

İsrail ile İran arasında doğrudan bir savaşın gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini, Netanyahu hükümetinin İran’ın son hava saldırılarına yapacağı misillemenin çapı belirleyecek olmakla birlikte her halükârda İsrail’in gerek Lübnan’da gerekse de Suriye’de İran’ın etkinliğini geriletecek askeri müdahalelerde bulunması neredeyse kesin gibi gözüküyor.

Neticede iki ülke arasında doğrudan bir savaş çıkmasa bile Netanyahu, Lübnan ve Suriye’deki İran nüfuzunun belini kırmaya kararlı… Bunu yapmazsa İsrail’in İran üzerindeki caydırıcılığını kaybedeceğine inanıyor.

Suriye’deki kırılgan statükoya baktığımızda Esad rejiminin hayatiyetini sürdürmesini sağlayan güçlerin İran ve Rusya olduğunu görüyoruz. Rusya, Ukrayna batağında debelenirken Esad’ın ayakta durması için İran’ın verdiği destek daha da kritik hale geldi. Tahran, Şam’a desteğini büyük ölçüde Hizbullah üzerinden sağlıyor, Hizbullah savaşçıları Esad’ın ordusunun en güçlü öğesini oluşturuyor.

İsrail’in başta lideri Nasrallah olmak üzere komuta kadrosunu neredeyse tümüyle katlettiği Hizbullah şimdi de kara harekatı başlatan İsrail ordusuna karşı güney Lübnan’da bir savaş yürütüyor. Bunun Esad’a verdiği desteği büyük ölçüde zayıflatması kaçınılmaz… Zaten İsrail eş zamanlı olarak Suriye’de İran ve Hizbullah’la ilişkili gördüğü hedefleri de bombalıyor. Rusya’nın bunları engellemekte âciz kaldığına da önceki yazımda değinmiştim.

Bu nedenlerle Esad’ın güç kaybedeceği bir ortamda Suriye’de bunun yaratacağı boşluğu kimler dolduracaktır? İsrail ve Batı bu boşluğun İdlib’de hakim Hamas benzeri bir örgütlenme olan Heyetu Tahriru’ş Şam veya her an başını kaldırmak için fırsat gözleyen IŞİD tarafından doldurulmasından endişe ediyor. Bunların yerine Suriye’de Fırat’ın doğusundaki bölgede hüküm süren omurgasını YPG’nin oluşturduğu yarı devlet hüviyetine bürünmüş SDG’nin (Suriye Demokratik Güçleri) güç ve meşruiyet kazanmasını tercih ediyorlar.

Bugün SDG’nin daha fazla güç kazanmasının önündeki en büyük sorun ise Türkiye’nin PKK’yla bağlantılı bir grubun sınırında devlet kurması demek olan böyle bir gelişmeyi hayâtî bir tehdit olarak algılayarak bunu engellemeyi birinci önceliği haline getirmiş olması… Erdoğan hükümeti bugüne kadar bu konuda pek başarılı olamadı. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere Batılı ülkelerin verdiği destekle YPG fiilen bir devlet oluşturma sürecini büyük ölçüde tamamladı.

Bu mesele Erdoğan’ın ABD’yle ilişkilerinde en büyük gerilim noktasını oluşturuyor. Erdoğan’ın popülizm ortak paydasında buluştukları Trump’la ilişkileri Biden’la kıyaslanmayacak kadar sıcak gibiydi, buna rağmen ABD Başkanı’nın “Ekonomini mahvederim!”, “Aptal olma!” tepkileriyle Erdoğan’ı dünyada adeta yerin dibine sokması da Trump döneminde gerçekleşmişti. O hadise Türkiye’nin Suriye’de YPG’ye karşı askerî harekât başlatması üzerine yaşanmıştı.

İktidar Türkiye’de derinleşen ekonomik krizi, Batı finansını çekerek çözme uğraşısı içerisinde, fakat bugüne kadar bu alanda arzuladığı oranda bir ilerleme katetemedi. Rejim Batı nezdinde kıymetini artırmak için Ortadoğu masasında yer almak istiyor ama bugüne kadar onu da başaramadı. 7 Ekim’den bu yana Ortadoğu’daki krizi çözmek için yürütülen yoğun diplomaside Türkiye’ye kayda değer bir rol düşmedi. ABD ve İsrail, Hamas, Hizbullah ve İran’la müzakereleri büyük ölçüde Katar ve Mısır gibi ülkeler üzerinden yürütüyor, Erdoğan hükümeti o süreçten tamamen dışlanmış durumda…

AKP liderinin “İsrail’in sonraki hedefi biziz” gibi içeride ve dışarıda ilgi çekmeye yönelik demeçleri haberleştirilmekle birlikte temel analizlerde Türkiye’ye neredeyse hiç yer verilmiyor, Erdoğan idaresindeki Türkiye, Ortadoğu sahnesinde belirleyici bir rol alabilme gücünden mahrum gözüküyor.

İşte Erdoğan rejimi bu denklemi Suriye’de değiştirebilmesi için önüne bir fırsat penceresi açıldığını görüyor. Erdoğan’ın dış politikasını öngörebilmek için “sağa sinyal verip son anda sola dönme” alışkanlığını da sürekli hatırımızda tutmamız icap eder. Eğer “sağa sinyal” çok güçlü bir şekilde veriliyorsa bu genellikle tam tersi istikamette bir hamleye hazırlandığının en güçlü delilidir.

Yani AKP lideri bir yandan İsrail’e ve onun baş destekçisi ABD’ye karşı hamâsî söylemlerle iç ve dış kamuoyunda sempati kazanmaya çalışırken, diğer yandan İsrail’in İran’ın nüfuzunu kırmasından istifade etmenin planlarını yapıyor.

Nitekim İsrail’le ticareti hiç kesmeyerek, bunun ortaya çıkıp içeride ve dışarıda eleştiri konusu yapılması sonrasında bile Mısır ve Filistin üzerinden sürdürmekten kaçınmayarak, yine temelde İran’dan atılan füzelere karşı kurulan, İsrail’de konuşlu benzer bir radarla koordineli çalışan Kürecik radar üssünü bir sorun haline getirmeyerek adeta ABD’ye “ne söylediğime değil, ne yaptığıma bakın” mesajı veriyor.

Şimdi Suriye’de taşlar yeniden dizilecekken Erdoğan, ABD’ye “ayak bağı” olmamanın hesaplarını yapıyor olabilir. Türkiye’nin Suriye’de hem Heyetu Tahriru’ş Şam’ı hem de Suriye Milli Ordusu adı altında faaliyet gösteren diğer muhalif grupları dizginleyebilme gücü var, nitekim bu örgütlerin statükoyu kabullenmesi de Ankara’nın üzerlerinde yaptığı baskı sonucu oldu.

Fakat asıl mesele, SDG’nin belli ölçüde tanınmasından, onun varlığının kabullenilmesinden geçiyor. Bu gerçekleşirse, Erdoğan rejimi ile Washington arasında ilişkilerde büyük bir sorun ortadan kalkacaktır. Ortadoğu’da gerilim iyice yükselirken bu meselenin iki ülke aralarındaki ilişkileri zorlaması, Trump döneminde olduğu gibi beklenmedik “kazalara” yol açması ihtimali hiç düşük değildir. Yani rejim hem Ortadoğu’da başlayan yeni döneme, hem de bir ay sonra seçilecek yeni ABD Başkanı’yla “güzel bir başlangıca” hazırlanıyor.

Fakat ortada tüm ayrıntıları belirlenmiş, gerek ABD’yle gerekse de Kürtlerle tüm müzakereleri yapılmış, yani ete kemiğe bürünmüş bir yol haritası olduğu da söylenemez. DEM’e uzatılan el aslında ABD’ye verilmiş bir mesaj… “İcap ederse, şartlarda anlaşırsak bu konuda o kadar da katı değiliz, tutumumuzu yumuşatabilir, değiştirebiliriz” demenin en etkili şekli…

Bu sürecin nasıl evrileceği büyük ölçüde ABD seçimleri sonrasında belli olacaktır. Harris’in veya Trump’ın kazanması sonucu pek değiştirmeyecektir. Fakat Trump kazanırsa süreç daha hızlı ilerleyebilir. Yani Bahçeli’nin tokalaşmasının sahada hiçbir şeyi değiştirmemiş olması, muhtemelen henüz Washington’la pazarlıkların yürütülüp neticelendirilmemiş olmasıyla ilişkili gibidir.

Bununla birlikte iktidar için bu süreci sekteye uğratacak üç tehlike var: (I) Erdoğan için 2016’dan beri Türkiye iç siyasetini dizayn etmek bakımından Suriye iç savaşı, toplumdaki kutuplaşmayı körüklemek ve tehdit algılamasını artırmak için kullandığı paha biçilmez bir maniveladır, siyaseten bu kadar zayıflamışken, hele anayasa değişiklik süreci topluma “beka söylemiyle” yutturulmaya çalışılırken bundan vazgeçebilecek midir?

(II) Direksiyonu daha fazla Batı’ya doğru kırdığında Rusya’yla ilişkilerinin gerilmesini önleyebilecek midir? Bir eli Ukrayna’da bağlı olan Rusya, Suriye’de Esad’ı destekleyerek kurduğu etkinlik gerilerken Erdoğan’ın ABD’yle yakınlaşmasını hoş karşılayacak, mazur görecek midir?

(III) Bahçeli DEM hamlesini Erdoğan’la öncesinde gerçekten koordine etmiş miydi? Yoksa bu oldu-bittiyi AKP lideri kabullenmek zorunda mı kaldı? Düşük gibi gözükse de AKP ile MHP arasındaki gerilim bu ihtimal üzerinde de durmayı gerektiriyor. Önceki müesses nizam ABD’yle ilişkilerin “tepetaklak” olmasının asıl müsebbibi gördüğü “1 Mart tezkere kazasını” düzeltecek, Erdoğan sonrası dönemde küllerinden yeniden doğmayı temin edebilecek, yirmi yılda bir gelecek cinsten bir fırsatın doğduğunu düşünüyor olabilir mi? O durumda bu hamle Bahçeli’nin hem Erdoğan’ı sıkıştırma hem de ABD’ye gül atma şeklidir ki öyleyse Türkiye’de Kürt meselesinde yeni bir çözüm sürecinden ziyade iç siyasette yaşanacak büyük depremlere dalalet eder.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com