Mutluluğun formülü var mı? Siyasal İslamcılar mutlu sayılabilirler mi?

Mutluluğun bilimsel formülünü ele alan bir yazıyı huzursuz bir sonla bitirdiğim için ey okuyucu, affınıza sığınıyorum. Ama şüphe yok ki, namuslu olmanın getirdiği huzur, öldürmeye çalıştıkları vicdanlarının azabıyla hayatlarını geçiren namussuzların hiçbir zaman elde edemeyeceği bir mutluluktur.

ÖMER MURAT 14 Ağustos 2024 GÖRÜŞ

Herkes mutlu olmanın peşinde ömrünü tüketiyor olsa da çoğunun bu konuda başarısız olduğu bir vakıa… Alman gazeteci Ronja von Rönne farklı alanlarda pek çok uzmanla mülakatlar gerçekleştirerek mutluluğun bir formülü olup olmadığı sorusuna cevap bulmaya çalışmış. Bu yazımda o mülakatlarda uzmanların dile getirdiği dikkat çekici bulduğum bazı hususları paylaşacağım.

(Yazının sonu benim için de sürpriz oldu.)

MUTLULUK İÇİN ZENGİN OLMAK ŞART MIDIR?

Almanya’da hayat standartları 1950’lerden bu yana dört kat iyileştiği halde insanlar büyükanne/büyükbabalarından dört kat daha mutlu değiller. Hatta Alman bilimadamı Stefan Klein bugünkü nesillerin onlardan daha mesut olduklarının da söylenemeyeceğini belirtiyor.

Kimi uzmanlarca, uzunca bir süre, daha fazla paranın insanı daha mutlu yaptığı, bu çerçevede mutluluğun ön şartının bir ailenin yıllık en az 75 bin euro kazanca sahip olması gerektiği iddia ediliyordu. Psikoloji profesörü Judith Mangelsdorf bugün artık bunun doğru olmadığının ortaya çıktığını belirtiyor. Evet, para ile mutluluk arasında bir bağ var ama daha az kazanıp daha çok mutlu olmak da her zaman mümkün…

Bir araştırmaya göre, yalnız yaşayan bir insanın kendisini tatmin eden (evlilik gibi) bir ilişkiye başlamasıyla edindiği mutluluk, aynı insanın maaşına yüzde 767 oranında zam yapıldığında yaşadığı mutluluğa eşit seviyede bulunuyor.

ZENGİNLERİN DÜŞTÜĞÜ AĞ: HEDONİSTİK KISIR DÖNGÜ

Zenginlerin çoğu “hedonistik (hazcı) kısır döngü” denilen, psikolojik tuzağa düştükleri için mutluluk seviyeleri paralarıyla birlikte artış göstermiyor. Belli miktarda paraya, mülke sahip olan bir kişi bunun mutluluğunu çok kısa bir süre yaşadıktan sonra daha fazlasına sahip olamadığı için mutsuzluğa düşüyor. Yani daha fazlasına sahip olunca duyulan o geçici mutluluğu tekrarlamak için daha da fazlaya sahip olma hırsına kapılıyorlar. Anı yaşayamıyorlar, her zaman gelecekte elde edecekleri mutluluğun peşinde ömürlerini tüketiyorlar. İnsanların çoğu için asıl mesele para kazanmaktan ziyade başkalarını geçmek, yenmek, onlardan daha iyi olmak…

Diğer yandan bazı insanlar bir tepenin zirvesine çıktıklarında içtikleri bir şişe sudan aldıkları keyfi, o tepeyi hiç çıkmadan oturup içtiklerinde alamıyorlar, bazıları ise alıyor. Araştırmacıların buradan çıkardığı sonuç, tüm insanlar için geçerli olan bir mutluluk formülü yok… Kimisi “baba malını” yemekle mutlu mesut yaşarken, kimisi de kendi kazanmadığı, hazıra konduğu için aynı hazzı almıyor.

MUTLU OLMAK İÇİN BOŞ VAKİTE SAHİP OLMAK MI GEREKİR?

Pek çok insan zamanın çoğunu çalışmakla geçirdiği, fazla boş vakti olmadığı için kendisine mutluluk verecek faaliyetlerde bulunamadığından yakınıyor. Oysa Prof. Mangelsdorf’a göre mutluluk ile boş vakit arasında doğrudan bir bağlantı bulunmuyor. Çünkü mutluluk için sadece boş vakte sahip olmak yeterli olmuyor, o vakti nasıl değerlendirebileceğini bilmek de gerekiyor. Bir araştırma, boş vakitlerinin çoğunu pasif şekilde, mesela televizyon seyrederek veya bilgisayar oyunu oynayarak geçirenlerin, onlardan daha az boş vakte sahip oldukları halde bunu aktif şekilde, mesela yürüyüş yaparak, kitap okuyarak geçirenlere nazaran mutsuz olduklarını ortaya koymuş.

Nörobilim profesörü Miriam Sebold bazı psikoloji araştırmalarının günde 6,5 saat çalışmanın insanı mutlu ettiğini gösterdiğini belirtiyor. Böylece insanlar hayatlarındaki başka önemli şeylere de ayıracak yeterli vakti bulabiliyor. Yani çalışmak da insanı mutlu ediyor ama çok çalışmak değil… Boş vakit insanı mutlu ediyor, ama onu aktif şekilde kullanamayacağın kadar çoksa etmemeye başlıyor.

DOĞAL MUTLULUK “HAPLARI”: YEŞİL VE MAVİ

Londra’dan yapılan bir araştırma, gün içerisinde ağaçlı kaldırım ve caddelerde yürüyenlerin, ağaç olmayanlarda yürüyenlerden çok daha mutlu olduğunu ortaya koymuş. Onbinlerce yıl yeşille iç içe yaşayan insanoğlunu doğadan tamamıyla koparan şehirler insanları mutsuz kılıyor. Keza deniz, göl, nehir gibi mavilikler de insanı mutlu ediyor. Yani insanın evinin pencerelerinin yeşile, maviye bakması onun mutluluğunu doğrudan etkiliyor.

Bana bu hakikat Tanpınar’la ilgili Orhan Akay biyografisinde yer alan şu anekdotu hatırlattı:

Tanpınar’ın Gümüşsuyu’ndaki dairesinin karşısındaki evin bahçesinde çok sevdiği bir incir ağacı varmış, misafirlerine o ağacı gösterip ona nasıl bağlandığını anlatırmış. O ağacı bir gün sahipleri kesince üzüntüye gark olmuş ve dostlarına “Onsuz yaşayacağıma inanamıyorum” demiş, gerçekten de kısa bir süre sonra vefat etmiş.

MUTLU AİLELERE KÜÇÜK EVLER YETİYOR

Diğer yandan pahalı, lüks evlerde oturan insanların daha mutlu olduğu da söylenemez. Alman filozof, bilimadamı Harald Lemke bunun nedenini şöyle anlatıyor: “Mutlu olmak için insanın evde de yeterince vakit geçirebilmesi gerekiyor. Ama pek çok insan pahalı evlerini sabahın köründe işe gitmek için terk ediyor, ancak uyumaya yakın geri dönüyor, çünkü o evin kirasını veya ipoteğini (mortgage) ödemek için çok çalışması gerekiyor.”

Mimari psikoloji uzmanı Alexandra Abel aile hayatında daha mutlu olan insanlar için daha küçük evlerin yettiğini belirtiyor ve bunu mutsuz ailelerde kişilerin birbiriyle fazla karşılaşmaktan kaçındıkları için daha geniş mekanlara ihtiyaç duymasıyla açıklıyor.

PAYLAŞMAK MUTLULUĞU ARTIRIYOR

Nöroloji profesörü Soyoung Park pek çok araştırmanın zenginliklerini başka insanlarla paylaşanların daha mutlu olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Hatta Prof. Park başta bu bulguya inanmakta zorlanmış ve insanların paralarını paylaştığında beyinlerinde ne tür bir hareketlenme olduğunu incelemeye karar vermiş. Neticede insanların paylaştıklarında beyinlerinde bir ödül kazanıldığında tetiklenen bölümün aktif hale gelerek kendilerine haz verdiğini görmüş.

Kanadalı psikolog Elizabeth Dunn öncülüğünde yapılan bir sosyal deneyde, bir grup insana 50’şer dolar vermişler, bunların yarısına o parayı 24 saat içinde kendileri için istedikleri gibi harcamalarını, diğer yarısına başkaları için harcamalarını söylemişler. Neticede parayı başkaları için harcayanların çok daha mutlu olduğunu tespit etmişler.

Demek ki insanoğlunun tek başına mutlu olabilmesi mümkün değil, onun huzuru etrafındaki insanların gönenciyle, hatta dünyanın daha iyi bir yer olmasıyla doğrudan ilişkili… Ama Birleşmiş Milletler tarafından yayınlanan Dünya Mutluluk Raporu’nun hüzün verici bir sonucu var: Halihazırda insanoğlu genel olarak tüm dünyada daha önce hiç olmadığı kadar mutsuz.

HAYATIN GEÇİÇİLİĞİNİ KABULLENLER DAHA MUTLU YAŞIYOR

Bir başka dikkat çekici bulgu: İnsanlar dünyada bulunuşlarının geçiciliğiyle yüzleştiklerinde hayatlarını daha mutlu yaşıyorlar. Nörobilim profesörü Miriam Sebold’ın bahsettiği bir sosyal deneyde, bir şehirde sadece bir ay kalacakmış gibi yaşayanların, orada devamlı kalacakmış gibi yaşayanlardan daha mutlu olduğu görülmüş.

İNANÇLI İNSANLAR NEDEN DAHA MUTLU?

Fransız sosyolog Frédéric Lenoir geçtiğimiz otuz yıl boyunca yapılan pek çok araştırmanın inançlı insanların çok daha mutlu olduğunu ortaya koyduğunu belirtiyor. Lenoir’e göre bunun açıklaması gayet basit: İnanç hayatı anlamlı kılıyor, ona bir amaç veriyor, bir hedefi olan insan ise hayatta yaşadığı düşme ve kalkmaları çok daha rahat kabullenebiliyor, “Tanrı bununla beni imtihan ediyor” diyor, bu da ona güven veriyor. Prof. Mangelsdorf da ABD’de pek çok araştırmanın inançlı insanların diğerlerinden ortalama olarak 10 yıl kadar fazla yaşadığını gösterdiğini kaydediyor.

SİYASAL İSLAMCILAR İNANÇLI SAYILIR MI?

Önceki paragrafa gelindiğinde, okuyucunun kafasında belirebilecek bir soruyu hissettiğim için bu yazıda güncel politikaya girmeme niyetimi maalesef bozmak zorunda kalacağım. Soru şu: “Bu biliminsanlarının bahsettiği inançlı tanımına Erdoğan’ın temsil ettiği siyasal İslamcılar da girer mi?”

Lenoir ve Mangelsdorf, inançlı insanları, Tanrı’ya inanan, dinin gereklerini, mesela ibadetlerini düzenli olarak yerine getiren, hayatlarının önemli bölümünü bir dini toplulukta toplu ibadetle veya başkalarına yardım gibi faaliyetlerle geçiren kişiler olarak tanımlıyor.

Birisi çıkıp da Erdoğan gibi siyasal İslamcıların bu tanıma uyduğunu iddia etse, eminim ki bu profesörler haklı olarak o nâdanlara bıyık altından gülüp kendilerini ciddiye almayacaklardır. Bunu daha iyi anlatabilmek için kişisel bir anekdotu paylaşacağım.

Washington’da görev yaparken oturduğumuz muhitte, talihin bir cilvesiyle kapı komşum Dünya Bankası’nda Türkiye’ye bakan uzmanlardan biriydi. 17-25 Aralık soruşturmaları Erdoğan’ın yolsuzluk ağının boyutlarını ortalığa serdiğinde, o zamana kadar bir Türk diplomatı olduğum için benimle bu konuları oldukça dikkatli konuşan o komşum, AKP liderinin yolsuzluklarını benim de tasvip etmediğimi anlayınca, yavaş yavaş açılarak Türkiye’nin ne denli yolsuzluklara batmış olduğuna dair bildiklerini benimle paylaşmaya başladı. O günlerde özel bir ortamda (kendisini evimde ailesiyle ağırlarken) bana şöyle bir soru sordu: “Aklıma takılan bir husus şu: AKP dînî bir parti, hareket değil mi? Bir dînî parti bu kadar yolsuzluklara batmayı teolojik duruşuyla nasıl bağdaştırıyor?”

Kendisi Latin Amerika asıllıydı, yani Erdoğan rejimi tarzı siyasi yapıların yolsuzluk ağlarını nasıl kurup geliştirdiklerine dair yeterince bilgi sahibiydi. Latin Amerika’da sağ ve soldan yolsuzluklara batmamış meşhur bir lider veya önde gelen bir parti bulabilmeniz pek olası değildir. Nitekim Brezilya’da muhalif sol cephe son seçimde popülist sağa karşı, önceki iktidarı döneminde yolsuzluklara boğazına kadar battığı bilinen Lula’dan başka kimseyi çıkaramadı.

Ama Latin Amerika’da bile inancı bayraklaştıran bir partinin iktidar olup diğerlerinden farksız şekilde kamu malını yağmaladığına kimse şahit olmadı. Orada da birbirinden çok farklı dînî cemaatler, özellikle son 50 yılda sökün etmişti, ama bunların siyasetle ilişkisi dolaylıydı. İşte Dünya Bankası uzmanı, Türkiye’de bir dînî partinin yolsuzluğu bu denli içselleştirebilmesinin nasıl normalleştirilebildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.

Ona Erdoğan’ın onun anladığı anlamda inançlı biri olmadığını, bir siyaset tilkisi olarak sadece dini, politik emelleri için kullandığını anlattım. Benim bu açıklamam bu kez onun şu sorusunu doğurdu: “Peki bu neden ters tepmiyor? Yani inançlı insanlar bundan neden rahatsızlık duymuyor ve bu taktik, bu kadar yolsuzluklara batmışken nasıl başarılı olabiliyor?”

Bu cevabı zor bir soruydu, ama meselenin püf noktasını teşkil ediyordu: Türkiye’de inançlı olduklarını söyleyen insanlar gerçekten inançlı sayılabilirler mi? Muhafazakar kabul edilenler veya öyle olduğunu söyleyenler, Batılı anlamda muhafazakar tanımına sokulabilirler mi? Yoksa aslında “bilimsel tanımıyla” inançlı kabul edilebilecek insanlar Batı’daki gibi bir azınlıktan mı ibaret? Şehirlerin tarihi ve doğal dokusunun bu denli tahrip edilmesine seyirci kalan, bunu hayati bir mesele olarak görmeyen kitlelerin “muhafazakar” kabul edilmesi ne derece doğru? Batılı toplumlardan farklı olarak Türkiye’de “inançlılar ve diğerleri” arasındaki ayrımı belirleyebilmek, Batılı anlamda muhafazakarların kim olduğunu tespit etmek aslında pek de kolay değil mi?

Soruyu bir adım daha ileri götürebiliriz: Aşırı sağcı, siyasal İslamcı Erdoğan’la ittifak kurmakta bir beis görmeyen ulusalcılar, yani dünya görüşlerini seküler milliyetçiliğe dayandıran insanlar da ideolojik duruşlarında nasıl samimi kabul edilebilirler ki? Mesela Fransa’da soldaki herhangi bir parti, Marine Le Pen’in temsil ettiği aşırı sağcılarla herhangi bir ittifaka girmeyi aklının ucundan bile geçirmez. Ama bu Türkiye’de mümkün olabiliyor. Neden? Türkiye’de karşıt gözüken iki tarafı da bu denli kolayca bir araya getiren aslında temel hedefte, yani her ne pahasına olursa olsun siyasi güç devşirme hedefinde birleşmeleri mi?


 

Falih Rıfkı Atay’ın “Şark’ta yalan ayıp değildir” sözlerini hatırlatan bir manzara…

Mutluluğun bilimsel formülünü ele alan bir yazıyı böyle huzursuz bir sonla bitirdiğim için ey okuyucu, affınıza sığınıyorum. Geldiğimiz şu uçurumun kenarında tutunacak bir dal olması ümidiyle yazıyı bitirirken Cemil Meriç’in şu sözlerini hatırlatıyorum: “Bu memlekette sağcı-solcu, ilerici-gerici yoktur, namuslu ve namussuzlar vardır. Siz namuslulardan olun!”

Şüphe yok ki, namuslu olmanın getirdiği huzur, öldürmeye çalıştıkları vicdanlarının azabıyla hayatlarını geçiren namussuzların hiçbir zaman elde edemeyeceği bir mutluluktur.

  • Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
WP2Social Auto Publish Powered By : XYZScripts.com